Öykü: Sizin hiç babanız öldü mü? | Hüseyin Tuğrul

4 saat önce 2

Benim bir kere öldü kör oldum

Yıkadılar, aldılar, götürdüler.” 

Cemal Süreya

Benim öldü, hem de kendi dükkanında. Yedirip içirip beslediği bir dostu tarafından göğüs kafesinden vurularak. Siz hiç babanızın vurulduktan sonra kanlar içinde yere yığılmış bedenini gördünüz mü? Ben gördüm, boylu boyunca yatıyordu. Gözü gibi baktığı mallarına sıcak kanı sıçramıştı. Kalkıp dağılan dükkanını görse ne çok kızardı. Vurulmadan önce ne kadar acı çekti acaba? Tüm o arbede sırasında ne düşündü, kim bilir? Öleceğini anladığında aklından neler geçti? Son nefesinde kimi düşündü?

İyi bir baba değildi ama gözlerimin önünde sedyeye alınırken, yarı kapalı gözlerinin ruhu kaçmış beyazını görmek canımı acıtmıştı. Asabiydi, çabuk sinirlenirdi, bir anda parlar, gözü hiçbir şeyi görmezdi. Hatta anneme vurduğu bile olmuştu. Evde de dışarıda da onun kuralları geçerdi. Yanında dizlerimizin üzerine oturup, o bir şey sorana kadar susardık. Dördümüz de hep bir erkek çocuğu istediğini biliyoruz. Hemşireler, ölü doğan beşincimizin erkek olduğunu söylemişlerdi.

Bize bakabilmek için iki işte bile çalıştı. Sabahları dükkanında durur, akşamları otel havuzlarının bakımı ve ilaçlanmasıyla ilgilenirdi. Çok borca girdiği de olmuştu, eline büyük meblağların geçtiği de. Araba sürmeye bayılırdı, çok da güzel sürerdi. Konya yolunu ondan daha iyi kimse bilmezdi. Bir bayramda, arabanın arkasında kurbanlık keçiyle beraber gittiğim o yolculuğu unutamam. Nereden geçersek geçelim, her yerin adını bilirdi. Yola çıktığında tabelaya ya da haritaya ihtiyaç duymazdı. Ben arka koltuktan bir babama, bir yanımdaki keçiye bakarken, o gördüğü tüm yolların nereye çıktığını tek tek anlatmıştı. Dağ yollarında kuzularını otlatmaya çıkarmış çobanların yanından geçerken, arabamızı kovalayan köpekler içeriye atlamasın diye aceleyle camı kapatmaya çalışırken, babamın bana dakikalarca güldüğünü hâlâ daha anımsarım. Bir de tüm yolculuk boyunca sıkılmadan defalarca söylediğimiz o şarkıyı: “Live is Life.”

Kulağımda yine aynı şarkı var ama bu sefer babam yanımda değil. Artık sevinçle dinlemiyorum, bulutların üzerindeki yayla yollarında giderken hissettiğim o tatlı heyecan da yok içimde. Bomboşum. Hiçbir şey hissetmiyorum. Çorak bozkırda, rahat ve kaygısızca söylediğim o şarkıyı artık babamın mezarına giderken, kurumuş otlarını yolarken dinliyorum. Gözlerimi kapattığımda, hâlâ bana yaylaların ismini sayacakmış gibi hissediyorum. Hâlâ daha çıkıp gelecekmiş gibi hissetmekten vazgeçemiyorum. Canım öyle bir yanıyor ki başka hiçbir halt hissedemiyorum. Sanki onun gidişiyle benim de içimden bir şeyler koptu. Pek konuşmazdık, belki de bu yolculuğun aklımdan çıkmayışı bu yüzdendir, bilmiyorum.

Bugün tam sekiz yıl oldu. Evlendim, çocuğumu elime aldım ama gözlerimde hâlâ aynı görüntü var. Ne babam gidiyor, ne de ben devam edebiliyorum. Rüyalarımda kaç kez kurtarmaya çalışıp başarısız olduğumu hatırlamıyorum. Kaç kez gittiğim yerde erken dönebilmek için kan ter içinde koşarken yerlere yığıldım, kaç kez onun yüzükoyun yerde yatan hâlini görüp korkuyla uyandım, kaç kez patlamaya benzer bir ses duyduğumda tüylerim diken diken oldu, bilmiyorum. Eskiden bizi de dükkâna götüreceği günü beklerdik; şimdi önünden geçmemek için yolumu değiştiriyorum. Kırılmış camları, artık yerinde olmayan tabelası, bir daha yaşanmayacak anıları, sessizliğe gömülmüş karanlığı ruhumu daraltıyor.

Çiçekleri çok severdi. Evimizin önündeki dış kapıyı sarmalayan pembeli morlu gülleri kendi elleriyle yetiştirmişti. Ekip dikemediği hiçbir bitki yoktu. Dedem aslında bir dişçiymiş, hatta bu işte gayet iyiymiş. Ama bir gün yaşadığımız yere yerleştiğinde, tarıma başlamaya karar vermiş. Yedikleri sebzeleri kendileri yetiştirmelilermiş. Babam da işte tam o zamanda doğmuş. Bütün çocukluğu tarlalarda geçtiği için en verimsiz yerleri bile canlandırmasını bilirdi. Mezarına kaç kez o sevdiği kırmızı güllerden dikmeye çalışsam da hiç tutmadılar. Ya benim elimden bir şey kabul etmek istemiyor ya da onun toprağında gül yetişmiyor.

Çok uzattım biliyorum, kusura bakmayın. Sadede geleyim: o gün, annemle tartıştıkları için kahvaltı etmeden gitmiştik dükkâna. Beni de yanında götürdüğü için ne kadar mutluydum. Temizlik yaptıktan sonra, dükkânın biraz ilerisindeki pastaneden simit, poğaça, kahvaltılık bir şeyler almamı söylemişti. O gün, belki de daha erken dönebilseydim; arkadaşımla karşılaşıp onunla laklak edeceğime, bir an önce dükkâna geri gitseydim, belki her şeyi engelleyebilirdim. Ama neredeyse yarım saat sonra dönmüştüm. Geç kaldığım için bana bağıracağını düşünmüştüm ama bağırmadı. O günden sonra bir daha hiç bağırmadı. Döndüğümde dükkân darmadağın ve içerisi ana baba günüydü. Yan taraftaki av malzemeleri satan arkadaşı diz çökmüş, ellerinde babamın kanıyla kır saçlı başını tutuyordu. Kalabalığın içinden dükkâna girdiğimde, bana ilk bakan da o olmuştu. Gözlerim bir şeyler görüyor ama zihnim inanmak istemiyordu. Yerde hareketsiz yatan babamın yanına oturdum, gözlerim bulanmaya başlamıştı. Sadece onun duyabileceği kadar kısık bir sesle, “Baba, bak getirdim. Hadi kalk,” dedim. Hep olduğu gibi o masayı kurarken, ben de çay katacaktım ama o kalkmadı. Yerde öylece yatıyordu. Eline uzandım, buz gibiydi, parmakları ellerimi kavramadı. “Hadi kalk baba, bak en sevdiğin poğaçadan bile aldım,” desem de o kalkmadı.

Sonra beni apar topar çıkarmaya çalıştılar. Ellerimdeki simiti babama gösterip defalarca kalkmasını söyledim. Karşılık vermediği her saniye, olup bitenin farkına varmaya başlıyordum. Beni dükkândan çıkardıklarında artık her şeyi anlamıştım. O gün beni oradan çıkardılar ama babamı benim zihnimden çıkaramadılar.

Onu o hâlde görünce hiçbir şey yapamamış, dilimden onu yattığı yerden kaldıracak hiçbir söz çıkmamıştı. Geç kalmış olmamın suçunu böyle ödemiştim. Biraz daha erken gelebilseydim böyle olmazdı, biliyorum, böyle olmazdı. Şimdi düşündükçe delirecek gibi oluyorum, avazım çıktığı kadar bağırasım geliyor. Daha gitmediğimiz çok köy var baba, kalk da gidelim. Bildiğin tüm yolları, yaylaları, köyleri anlat bana. Yine söyleyelim şarkımızı, ne olursun baba, haydi kalk. Yattığın yer karanlık değil mi? Sen hiç sevmezsin ki, neden kalkmıyorsun? Hani beni severdin? Hiç söylemedin ama ben biliyorum, beni severdin sen.

Özür dilerim, kendimi tutamıyorum. Sonra ambulans gelip babamı sedyeyle götürürlerken, dükkânın önünde kafamı dağıtmaya çalışanları dinlemeden sadece olanları düşünüyordum. Bir kez daha yarı çıplak ve kanlar içindeki bedenini gördüm. Bu sefer göğüs kafesinde bolca pamuk vardı. İçimden “belki de işe yarar,” diye geçirmiştim. Onlar doktordu ve amcamı kanserden kurtarmışlardı, bu sefer de babamı kurtarabilirlerdi. Ambulansa koyulduğunda, bir aralık gözlerimizin tekrar buluştuğunu sandım. O an aklımdan sadece o köy yolunda dinlediğimiz şarkı geçmişti. Babamla beraber, tartışmadan mutlu olduğumuz tek vakitte söylediğimiz o şarkı.

Hastaneye geldiğimizde herkes oradaydı. Yıllardır araları bozuk olmasına rağmen Adem amcam bile gelmişti. Babamın, seneler evvel amcam kansere yakalandığında onun yanında olmadığını hatırlamıştım. Amcama varıp, babamı affetsin diye sıkıca sarıldım ama o bunu hiç bilmedi. Çektiğim acıdan sarıldığımı sanıp o da bana sarıldı. Yüzü solgun, vücudu zayıftı ama o günden sonra bir daha yanımdan ayrılmadı. Amca gerçekten de baba yarısıymış.

O gün halamlarla dedem de oradaydı, hepsi birden ağlıyordu. Ben annemin dibinden bir dakika ayrılmadım. Canı kesilmiş ellerini bırakırsam, onu da kaybederim gibi hissetmiştim.

Hani babamı vuran “yedirip içirdiği bir dostu” demiştim ya. Ben bunu hastanede, amcam jandarmalarla konuşurken duydum. Bir isimden bahsediyorlardı; ben de önceleri birkaç kez duymuştum. Babam, dedemin göz ameliyatı olduğu gün, o adamı da aynı hastanede tedavi ettirmişti. Gözünde katarakt mı ne vardı. Hatta sonra, dedemle aynı odada, yan yana yataklarda kalmışlar. Amcamın, “O heriften uzak durmasını tembihlemiştim ama beni dinlemedi,” dediğini işittim. Sesinde öyle sitemkâr bir ton yoktu. Çok uzun zamandır araları bozuktu, babam kendi bildiğini yapmış olabilirdi. Sonra jandarmaların dükkâna gelip, yanında getirdiği pompalı tüfekle babamı vurduğunu duydum. Vurmadan önce, babam gücü yettiğince direnmiş. Öyle bir silahla, o kadar yakından vurulmuş… Kim bilir, canı ne kadar yanmıştır. Biraz daha erken gelebilseydim… Keşke… Bir dakika bile olsa… Hepsi benim suçum. Onu yapayalnız bıraktım.

Kaç sene geçerse geçsin, o dükkândan çıkamıyorum. Aşağılık ve utanılacak biri olduğumu biliyorum ama gördüğüm her şeyi unutmayı istediğim anlar oluyor. Ben hâlâ, ellerinde simitlerle babasının cansız bedeni yanında oturup duran o kız çocuğuyum. Zaman geçti. O kalkmadı. Ben büyümedim, büyüyemedim.

Meryem Hanım, bugünlük süremizin sonuna geldik. Büyük bir ilerleme kaydettik. Haftaya devam edeceğiz.

Yazının Tamamını Oku