Anlatının merkezkaç kuvveti | Gamze Haklı Geray

6 saat önce 3

Sanata edebiyata gönlüm kayıyor. Akıl uçup gitmeye, yürek pır pır etmeye zaten çoktan hazır. Bir metni okurken zihnim yıllar evvel okuduğum başka bir metne açılır, bir tabloya, mekâna, müzik parçasına sürüklenirim. Bazen satırları anımsar ama kaynağını unutmuş olurum. Masada yürüyen karıncaya veya telefona takılır gözüm, adını bilmediğim bir kuş konar pencereme. Derinlemesine okumak isteyenlerin başına sık gelen bir hadise. Sonra da odaklanma problemi derler buna. Oysa çağrışımlar beynimde küçük evrenler açar, referanslar birbirine tutunur, imgeler eklemlenir. Bir bakmışım artık tek bir eseri değil, ardındaki yaprak yaprak açılımları izliyorum. “Metin Sustuğunde Ne Konuşur” başlıklı yakın zamanda yazdığım bir denemede “Bazı metinler buz gibi bir derede irkildiğinizi hissettirir. Girdabına kapılır insan” demişim. https://www.edebiyathaber.net/metin-sustugunda-ne-konusur-gamze-hakli-geray/

Demek ki benzer sokaklarda sürüyor yolculuk. Demek ki zihnim hep aynı konularla meşgul. Behçet Çelik’in Belleğin Girdapları’ndaki geçmişe sığınan, anımsamayla unutma arasında savrulan karakterin çıktığı içsel yolculuğa dalıp gidiyorum. Şiirsel ve yavaş akan metinleri seviyorum. Her cümle bir halkayı tamamlıyor ve beni derinleşen düşünce sarmallarına çağırıyor. Halkalar genişliyor, yeni halkalar çiziyorum. Her halka bir anlatı. Orada saatlerce tefekküre dalmak istiyorum.

Vermeer’in Resim Sanatı tablosu Kunsthistorisches Müzesi’nde öylece duvarda duruyor, ziyaretçilerini bekliyor. Sırtı bize dönük ressam, modelini resmederken aslında biz onu izleyen göze dönüşüyoruz. Sahnenin dışında değiliz artık, perdenin kıvrımlarında, ışığın yüzeydeki oyununda, odadaki objelerin suskunluğunda enerjinin doğal parçasıyız. Sınırlar kayboluyor. Bir temsil olmaktan çıkıyor tablo, düşüncenin, gözlemin ve yaratıcılığın buluştuğu sonsuzluk penceresi hâline geliyor. Sanatın kendi içine yerleştiği ana, mise en abyme’e taşıyor bizi.

“Hayatımı Yaşarım Genişleyen Halkalarda” diyor, Rilke, Saatlerin Kitabı’nda. “Belki tamamlayamam son halkayı, ama denemek isterim onu da”. Rilke’nin neyi tamamlayamadığını merak ediyor, kaybolduğu halkalara savruluyorum. İnsan anlamak istedikçe her şeye anlam yüklüyor belki. Sonsuzluk kavramı Blake’in dizeleriyle ancak avuç içi kadar bir şeyde tutulduğunda idrak ediliyor.

“Ve bir saatin içinde ebediyeti yaşamak” mümkün belki de. Sükûtla, içe dönüş ve yoğun duygularla biraz daha dikkatli bakmak gerekiyor. Çocuk kumdan kaleler yapar. Bilmeden yıldızlardan saraylar kurar. Kum tanesi yıldızın dökülmüş kabuğu. Derinlerdeki bilgiye sahiptir oysa, yetişkinse bilmediğini bilmez bazen. Bu anlamda kendimi büyümeyen çocuk gibi hissediyor hemen ardından yetişkinliğimi anımsıyorum. Hem Sebald’in kendisi hem de Satürn’ün Halkaları’nda sık bahsettiği Thomas Browne anılarla ve düşüncelerle iç içe geçmiş bir üslupla yazıyor. Nesirleri doğrusal anlatımlardan ziyade çağrışımlarla örülü entelektüel ağ, bir tür zihinsel örgü oluşturuyor. Tıpkı çapraz çizgilerin kesişmesiyle meydana gelen geçirgen baklava ağı deseni gibi. “Uzaklık arttıkça görüş de netleşir. O zaman, en küçük ayrıntılar bile mümkün olan en net haliyle görülebilir. Tersine çevrilmiş bir teleskopla bir mikroskoptan aynı anda bakmak gibi bir şeydir bu” diyor. Konuyu ne yapıp edip “baklava ağı dokusuna” bağlıyor Sebald (s:48-49). Eserinde metnin yanında görseller kullanarak katmanlı bir yapı oluşturmuş, metin bir ağ ya da kafes (örgü) biçimini andırıyor. Paul MacInnes The Guardian’daki yazısında belirtmiş. “Satürn’ün Halkaları psiko-coğrafi yazının aşkın (ya da transandantal) bir örneği” demiş. Sebald’ın yapıtlarında derin etkisi olduğu açıkça hissedilen 17. yüzyılın çok yönlü düşünürü Thomas Browne’nin yaklaşımı ve Sebald’ın zaman, tarih ve sesler arasında ustalıkla dolaşan anlatımı, yaşayanlarla ölülerin gizemli biçimde iç içe geçtiği o tuhaf zamanı dile getiriyor. Nurdan Gürbilek’in Örme Biçimleri’nden sonra ben de artık yazıyı katman katman örülen, sapaklarla derinleşen, geçişlerle genişleyen dokuma gibi görüyorum. Sanatçının fırçası, yazarın kalemi anlam katmanlarını aralayan anahtarlar. Ama bu kapı ancak onu gerçekten görmek isteyenlere açılıyor. Bazı anlatılar çağırıyor elbette ama herkes o çağrıya icabet etmek istiyor mu?

Müzikte de bu iç içelik var. Bach’ın Füg Sanatı tek bir müziksel temadan yola çıkarak giderek karmaşıklaşan füg ve kanonlardan oluşan bir diziyi ortaya koyuyor. Matematiksel kesinlik duygusuyla mistik polifonik sonsuzluk hissi bir arada. Ravel’in Bolerosu aynı melodiyi tekrarlıyor, her tekrarda ruhumuzu başka boyutlara taşıyor. Melodi kendini çoğaltıyor, çoğaldıkça yükseliyor, büyüyor, büyüdükçe bizi sarıyor. Aynı duyguya Richard Strauss’un Ariadne auf Naxos operasını dinlerken kapılıyorum. Sahnede operayı ve öte yandan da operanın sahne arkası karmaşıklığını izliyoruz. Sahne içinde sahne, hikâye içinde hikâye, karakterlerin ardında başka kimlikler. Halkalar, daireler. Mauritshuis müzesindeki Willem Van Haecht’in Apelles Campaspe’yi Resmediyor tablosunun önünde dakikalarca durduğumu anımsıyorum. Antik bir sahne ama ayrıntılarda eserler gizli. Odada asılı her tablo başka bir gerçeklik penceresi. O tablo hem Apelles’in yaratımını anlatıyor hem de sanatın ta kendisini. Bu bir ‘kunstkamer‘ yani sanat odası. Bir yandan sanatsal dehayı yüceltirken öte yandan sanatçı, hamî ve ilham perisi arasındaki ilişkiyi sorgulayan derinlikli bir çözümleme.

“Ve hâlâ bilmiyorum: bir şahin miyim, bir fırtına mı yoksa büyük bir ezgi miyim?” Bu dizeler Rilke’nin neye dönüşeceğini, neyin içinden doğacağını bilememe hâlini karşılıyor sanki. Varlığın olasılığına gönderme yapıyor. Zaten şiirin yer aldığı derleme eser Possibility of Being adını taşıyor. Yaratıcılığın sığınağına benzettiğim Vermeer’in stüdyosu bana kendi zihnimi anımsatıyor. Bir düşüncenin perdeyi aralayıp başka bir düşünceyi çağrıştırdığı sonsuz açılım durumunu. Her anlatılan hikâye, bir başka duygunun, arzunun, bilinmezliğin üzerine kurulu. Ve sonra ünlü Droste etkisi geliyor aklıma. M.C. Escher nedense bana hep yakın duruyor. Print Gallery adeta döngüyü kanıtlar gibi. Tabloya bakan adam tabloda kendisi aslında ve içinde bir başkası, bir başka perspektif. Merkeze yaklaştıkça anlamdan uzaklaşıyor, aynı anda daha derine dalıyoruz.

Thomas Browne’nin Urn Burial ve The Garden of Cyrus adlı eserleri sanki yüzyıllar öncesinden uzanıyor bize. Browne, Urn Burial’da yaşamın geçiciliğini düşünürken, The Garden of Cyrus’ta geçicilik içinde kalıcılığı, şimdiyi fark etmeye çağırıyor. İki deneme de ölümlülükle ölümsüzlük, unutuluşla bellek, ölümle diriliş arasında bir tefekkür sunuyor. Borges’in de aynı şekilde zamansız soruların peşine düşmesi, Browne’nin etkisini modern çağda sürdürdüğünü hissettiriyor bize. Aralarında yüzyıllar olsa bile ikisi de bana hem aklın hem sezginin diliyle konuşan yazarlarmış gibi geliyor. Belki kolektif bilinçaltı ya da telepati. Böyle yazmanın gücüne inanıyorum, birbirini zenginleştiren eserlerin uzaktan sessiz muhabbetlerine. Sanat algının sınırlarını sorgulayan bir oyuna, bilmeceye dönüşüyor. Ve belki de en güzeli, merak duygusunun, farkına varmakla iç içe halkalarda keyifle kaybolmak arasındaki ince çizgide kanatlanması.

Kaynaklar

Sebald, W. G. Satürn’ün Halkaları. Çev. Mehmet Yılmaz, Can Yayınları, 2015.

MacInnes, Paul. “The Rings of Saturn by W. G. Sebald: Walking through History.” The Guardian, 13 Aug. 2015, www.theguardian.com/books/2015/aug/13/the-rings-of-saturn-by-w-g-sebald-walking-through-history.

Rilke, Rainer Maria. Possibility of Being: A Selection of Poems. New Directions Publishing, 1977.

https://artsandculture.google.com/asset/the-art-of-painting-jan-vermeer/lAHeqBoLaePtEA?hl=en https://www.mauritshuis.nl/en/our-collection/artworks/266-apelles-painting-campaspe/

https://www.nga.gov/collection/art-object-page.47956.html

Yazının Tamamını Oku