
Aynadaki yansımama baktım. Tek bir çizgi bile bırakmadan ütülediğim gömleğimin omzundaki hayali tozları silkeleyip eteğimi belime oturttum. Sımsıkı toplanmış topuzumdan bir tel saç bile dışarıda değildi, yine de elimle arkaya sıvazladım saçlarımı, aceleci parmaklarımla kaşlarımı düzelttim. Görüntümden memnun gülümsedim daha da abartarak bugün gelecek müşterileri nasıl karşılayacağımın provasını yaptım aynanın önünde. Omuzlar arkada… Özgüvenli dik bir duruş…Olabildiğince samimi bir gülümseme…Tokalaşırken öne hafif bir eğiliş…Yaşanabilecek tersliklere karşı gergin ortamı yumuşatacak küçük espriler…
Yeni piyasaya sürdüğümüz ürünü müşterilere tanıtma görevi bana verilmişti. Günlerdir bu ürünün sunumu için uğraşıyordum. Her hücreme nüfuz etmiş mükemmeliyetçiliğimle hem patronu hem de müşterileri memnun etmek için gecelerce hazırlık yapmıştım. Gelecek kişilerin listesine son kez göz gezdirdim. Hazırdım, hazır olduğum kadar da heyecanlıydım. Seneler önce girdiğim sınavlardan bana miras, hafifçe yüreğime temas eden karın ağrımı önemsemeden toplantı odasına gelenleri provama uygun karşıladım. Topuklu ayakkabılarım ayaklarımı katlederken meraklı müşterilere sunumumu yapıyordum ki telefonum çalmaya başladı. Olacak iş mi şimdi? Dikkatimi dağıtmamaya çalıştım. Fakat dördüncü defa meşgule atmama rağmen sürekli çalması sinirlerimi bozmuştu. Bir terslik vardı kesin. Kendimle cebelleşmem sonunda patronumun öldürücü bakışlarına aldırmadan, defalarca özür dileyerek odadan koşarak çıktım. Telefonun diğer ucunda eski komşum Ahsen Teyze’nin telaşlı sesi çınladı:
“Gaye kızım, biliyorum iştesin, çok önemli olmasa asla aramazdım. Gözde…”
Cümlesinin ortasına acımadan daldım:
“Noldu Gözde’ye?”
“Hastanede, bileklerini kesmiş!”
Ondan sonrasını pek hatırlayamıyordum hala. Sadece küçük anlardan ibaretti aklıma gelenler… Toplantı salonuna geri koşmam, “Kardeşim ölüyor!” diye bağırışım, topuklu ayakkabılarımı elime alıp arabama koşmam, evden içine ne koyduğumu hatırlayamadığım küçük bavulla çıkışım ve fırtına gibi sürmeye başlamam…Komşum Ahsen Teyze’nin tekrar aramasından sonra arabaların arasından attığım makaslardan vazgeçmiştim:
“İyi şimdi, müdahale etmişler, iyileşecek merak etme!”
Derin bir “oh” çektim, bir nebze sakinleşmiştim. Yarıda kalmış sunumum, patronumun telaşlı olduğu kadar endişeli bakışları, ağzı bir karış açık kalmış müşteriler gözlerimin önüne geldi. Olan olmuştu artık, çoktan şehirden çıkmıştım.
Gözde’yi düşündüm. Bir de seneler sonra özgür bırakılan bir kuşun kanadına konulmuş gibi hızla akmış zamanı… On dört sene sonra onu görmek… Yüzünü tam anlamıyla hatırlayamıyordum. Gözleri, burnu, ağzı, dişleri, kaşları hatta yanaklarındaki belli belirsiz güneş lekeleri bile silinmeyecek şekilde aklımdaydı ama bunları kafamda bir yüze yerleştiremiyordum, hiçbiri olması gereken yerde veya boyutta değildi. Sürrealist bir ressamın portre çalışması gibi kafamdaki bu absürt tabloyu seyrediyordum. Nasıl karşılayacaktı beni acaba? Ne diyecektik birbirimize? Kendi hayatıma, özellikle işime odaklanıp geçmişimle ilgili muhasebeyi ötelemiştim hep onunla ilgili. Zamanın aramıza özenle, hırsla ördüğü ve tırmanmak için çaba bile göstermediğim devasa bir duvar… Geçen seneki Avrupa seyahatimde ziyaret ettiğim orta çağdan beri hiçbir restorasyon görmemiş ve dün yapılmış gibi sapasağlam duran bir şatoyu gördüğümde aklıma nedense ilk Gözde gelmişti. Öz kardeşim benim için savaşlardan, saldırılardan korunabilmek için inşa edilmiş ürkütücü görünümlü bir duvardan ibaretti işte.
Aklıma gelen düşünceleri savurmak için kaç saatlik yolum kaldığına baktım. İki saat…İki saat, yüz yirmi dakika, arabayı park etmek için de beş dakika harcasam, yüz yirmi beş dakika, bavulumu aldım, merdivenleri çıktım, yüz otuz beş dakika falan…Saat, dakika hesaplamalarında hiç şaşmazdım. Tam yüz yirmi beş dakika sonra evinin önündeydim. Fakat yol boyunca ötelediğim geçmiş muhasebesinin bu kadar uzun süreceğini hesaplamam mümkün değildi.
Şu an burada olmalıydım, belki de hiç gelmemeliydim. Belki de onu bir an olsun yalnız bırakmamalıydım veya bugün bile onu yalnızlığına terk etmeliydim. Tezatlarla dolu düşünceler tıkaç olmuştu boğazıma o merdivenleri çıkarken, her bir basamakta burnumdan aldığım derin nefes içimde patlamak üzere olan bir balonu şişiriyordu. Hepi topu çıkmam gereken iki kat gökyüzüne uzanan sonsuz bir merdiven gibi görünüyordu şimdi. Korkuluklara tutunarak kendimi sakinleştirmeye çalıştım: “Senin suçun değil!”
Neden o zaman? Bir yandan onun canına kastedecek güçteki derdini merak ediyordum, öte yandan bilmeyi hiç istemiyordum. Doğduğundan beri en büyük dert onundu zaten. Bir oyuncak, bir çikolata için ayaklarını vura vura sesinin son desibeline kadar ağlayan, okuldaki tiyatro oyununda prenses rolünü oynayan kızın saçlarını acımadan kesebilmiş, tezim için babamların bana aldığı bilgisayarın sözde tozunu alırken yere düşürüp kullanılamaz hale getiren, küçük bir anlaşmazlıkta bile üstüme sıçrayarak kafamı yumruklamış Gözde… Ona destek olmaya çalışan aile, akraba, arkadaş kim varsa elinin tersiyle itebilen Gözde… Paranın kokusunu alınca dakikalar içinde melek timsaline dönüşen arsız Gözde… Bir baltaya sap olması için bin bir özveriyle bin bir sap armağan edilen ama hiçbirini kendine layık görememiş burnu büyük Gözde…Yeter ki huzursuzluk yaratmasın diye her istediği anında yapılan Gözde…
Bir de ben vardım, Gaye. Anne babamın ilk eseri, kusursuz derecede yetiştirilmiş ilk çocuk, Gaye…Başarısız olma ihtimali bile söz konusu olmamış Gaye…Hayatın her alanında parmakla gösterilen Gaye… Kendi kendine yeten, yetmekle kalmayıp başkalarının da yardımına seve seve koşan Gaye…”Bak sen ablasın kardeşine iyi örnek olmalısın” diye hata yapmasına fırsat verilmemiş Gaye… Es kaza öfkelenip sesini yükseltse bile acımasızca eleştirilen Gaye… “Kardeşinin doğru yolu bulmasını ancak sen sağlarsın güzel kızım” diye omuzlarına ablalıktan öte bir sorumluluğun yüklendiği Gaye… İkimizin ortak özelliği sadece ismimizle müsemma olmamızdı. Ben hayata belli “gayeleri” yerine getirmek için gelmiştim. Tam tersi gibi görünse de kardeşim umursamaz karakterine rağmen ailenin “gözdesi”ydi.
Mezun olur olmaz iyi bir pozisyonda iş bulmuştum Mersin’de. Bir süre çalıştıktan sonra babamın da desteğiyle bu evi almıştım. Çocuk gibi sevinçliydim. Gözde ise liseden sonra dördüncü kere girdiği üniversite sınavını yine kazanamamış, barajın altında kalmaktan daha ileri gidememişti. Mükemmel çocuk yetiştirme konusunda yüksek lisans (!) derecesine sahip anne babam için Gözde, tam bir hayal kırıklığıydı ama sevimli tavrının altındaki sert mizacının ortaya çıkması tam bir kâbustu; öpe koklaya yaptıkları uyarıların bir işe yaramadığının farkındalardı. Gözlerinin önünde böyle bir başarısızlıkla yaşamaya onlar da katlanamadılar ki “Sana can yoldaşı olur kızım, kardeş kardeş yaşarsınız” diye Mersin’e, yanıma göndermişlerdi Gözde’yi.
Evime yerleştikten sonra ise her şey tahmin ettiğim gibi olmuştu aslında. Sigara dumanından girilemeyen odası, evin her yerinde ayrı öbek oluşturmuş bulaşıklar, bol kahkahalı gece yarısı telefon konuşmaları, eve gelen esrarengiz kargolar, kapımızın önünü mesken edinmiş at hırsızı tipli bir sürü adam…Bir de bebekliğinden beri karakterinden hiçbir ödün vermeyip “gayesiz” hayatına tüm hızıyla devam eden Gözde… Ablalık görevimi sonuna kadar ifa edeceğimi düşünüyordum ancak dört sene dayanabildim. Edindiğim deneyimle Ankara’da daha da iyi bir pozisyonda iş bulmam çok güç olmadı, sadece özel eşyalarımı alarak zaten benim gibi hissetmediğim evimi terk ettim. Gözde’nin işine gelmişti bu durum elbette; en azından arada güzellikle yaptığım uyarılara karşılık sevimli tavrını takınmak zorunda kalmayacaktı. On dört sene sadece ev ile ilgili durumları telefonda kısaca konuşarak zorunlu bir bağ oluşturmuştuk. Bugüne kadar…
Son basamağı çıkan ayak, bavulu yere koyan el, zile basan parmak bana ait değilmişçesine yabancı bakıyordum uzuvlarıma. Ruhum basamaklardan koşa koşa inmiş, bavulu aceleyle bagaja fırlatmış, kaçar gibi park yerini terk etmiş, çoktan dönüş yolunu tutmuş ve o kalın orta çağ duvarının ötesine çoktan ayağını basmıştı ama kontrol edemediğim bedenim on dört sene sonra onun ziline basıyordu.
Bana çok uzun gelen bir süre sonra kapı açıldı. Dönüp gitmek isteyen bedenimi susturup ona baktım. Geçen zaman onun da solgun yüzüne hatıralarını oya gibi işlemiş, göz ve ağız kenarlarındaki çizgiler derinleşmişti. Kafamdaki absürt tablo silinmişti artık, capcanlı karşımdaydı. Karşılaşma anımızı defalarca kafamda canlandırmama rağmen put gibi durmuş ona bakıyordum. Bir şey söylemeden halsiz bedeniyle arkasını dönüp salona yürüdü. İçeri önce bavulumu, sonra kendimi yavaşça bıraktım, arkasından gittim, ona en uzak koltuğa iliştim. Gülümsemeye çalışarak paketine uzanıp bir sigara yaktı, bacak bacak üstüne atıp ilk nefesini havaya üfledi. İki bileğine sıkı sıkı sarılmış bandajlarına bakmamaya çalışıyordum.
“Neden yaptın?”
“Sıkılmıştım”
İçimde engel olamadığım bir öfke fırtınası peydah oldu. Geçmiş muhasebemi bir anda rüzgarına katıp yok etti, o sigarasını bitirinceye kadar bu rüzgarlara karşı koymaya çalışarak içimden konuşmaya başladım: “Sıkılmışmış! İnsan sıkıldı diye kendini keser mi? İşimin gücümün arasında kalktım geldim kardeşim olacak şu şımarık için! 40 yaşına geldi, hala çocuk gibi dikkat çekmeye uğraşıyor. Şu hareketlere bak hele! Rahat rahat oturmuş karşımda! Kendiyle gurur duyuyordur şimdi, nasıl da getirdim ablamı ayağıma diye!” Çığlık çığlığa bir haykırıştı içimdeki. Kulak zarlarını patlatacak cinsten bir gök gürültüsü…Yüz kaslarım seğirmeye başlamıştı, ağzımı elimle kapatmak gereği hissettim. Bedenini zor taşıyan, yorgun bakışlarının ardına gizlenmiş savunmasız haline rağmen “sıkılıp kendini kesmesini” haklı gösteren pervasız tavrıyla Gözde:
“Sen neden geldin?”
Gelmez olaydım diyen iç sesimi susturarak sadece:
“Bilmiyorum” dedim.
Gözde hâlâ karşımda sigara içerken zamanında özene bezene döşediğim evime baktım. Kardeşimle beraber ev de yaşamaktan vazgeçmişti sanki. Eşyaların üzeri bir parmak toz olmuştu, en son ne zaman yıkandığı muamma perdelerim sapsarıydı, rengine âşık olarak aldığım turkuaz koltuğumun üzerinde sigara yanıkları vardı. Yerlere atılmış kıyafetler birbiriyle düğüm olmuştu, bulaşık öbekleri on dört sene önce bıraktığım yerde duruyor gibiydi. Gözde’nin çaresiz vazgeçmişliği tüm evin damarlarına zerk edilmiş gibiydi, tüm eşyalar yorgun ve umutsuz gözlerle bana bakıyordu.
Kanepenin yanındaki sehpada ise kırılmış bir çay bardağı duruyordu, üzerinde kan izleri olan birkaç parçası yanına bırakılmıştı. Parkede kuruyup bordoya dönüşmüş büyüklü küçüklü kan izlerini görünce ürperdim. Sanki benimkisi kesilmiş gibi derin bir sızı duydum bileklerimde. Yerimden ok gibi fırladım, çay bardağını ve parçalarını hemen çöpe attım, lavabonun kenarına bırakılmış rengi artık belli olmayan bir bezi ıslatıp parkeyi zımparalarcasına silmeye başladım. Kan izleri tamamen yok olmuştu ama ben hızımı alamadım. İki saatten fazla sürdü, evdeki çamaşır, bulaşık, toz canavarlarıyla boğuşmam… Tüm bunları yaparken bitiş noktasına ulaşmaya çalışan bir maraton koşucusuydum sanki. Durmamış, ara vermemiştim. Özlediğim evimin huzurlu görüntüsü müydü bu acelemin sebebi yoksa evle beraber Gözde’nin de “iyi”leşeceğini mi düşünüyordum bilmiyordum. Kendimi nefes nefese koltuğa atmak üzereydim ki Gözde’nin bandajlı kollarını belimde hissettim. Dermansızdı, ama sıkıca sarmıştı bedenimi. Elimdeki bezi bıraktım, ona döndüm ve halsiz gözlerinde bir “gaye” aradım. Sarılmasına karşılık verebildim sadece.
“Yine gelir misin?”
“Gelirim” dedim, “Yine gelirim.”
edebiyathaber.net (5 Temmuz 2025)