
Yazar Doğan Görmez’in ilk kitabı Annemin Küpeleri tatlı bir edebiyat buluşmasıyla açılıyor. İlk öykü olan Tavan Arası’nda karakter Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken kitabında yer alan Unutulan öyküsünü okuyor. Tıpkı Atay gibi bilinç akışı tekniğinin de kullanıldığı bu hikaye ile birlikte postmodern durum öyküleri okuyacağımızın sinyallerini alarak heyecanlanıyoruz. Hemen Unutulan’ı hatırlamak için geri dönüyorum. Bu sefer öykümüze konuk olan epigrafları daha dikkatli okuyup karakterlerle bağlantıları görünce çocuksu bir sevinç duyuyorum. Artık yazar ile aramızda bir sır var. Oğuz Atay’ın karakterlerinin kendiyle tartışan iç sesleri bu hikayeye çok yakışmış. İlişkisinden memnun olmayan ama sürdürmek zorunda hisseden bir kadının bocalayışını görüyoruz. Ancak bir gün okuduğu öyküdeki kadından farklı olarak tavan arasında kitaplarına bakarken aşağıdan seslenen bir sevgilisi olmadığının hayalini kuruyor. Peki ya sevgilisinin hayali ne? Bireyin yalnızlığı, varoluş mücadelesi, ilişki sorgulamaları her devirde insana dair mühim başlıklar. Bu öyküde okura işaret edilen yerler Atay’ın öyküsüne de davet niteliğinde. Zaten iyi eserler edebi başyapıtlara merak duyuranlar değil midir?
Edebiyatist yayınevinden çıkan Annemin Küpeleri’nde yer alan 15 öyküde anlatılan karakterlerin bir anlarına şahit olurken geçmiş anılarına dönüyor gelecek beklentilerine yol alıyoruz. İşte bu yolculukta öykülerin geneline sinen çocukluk hatıraları, kabusları, özlemleri okuru bunun üzerine düşünmeye itiyor. Karakterlerin o anki hallerini görürken bir zamanlar çocuk olduklarını hatırlatıyor yazar bize ve olmadık yükleri koyuveriyor kucağımıza. Okur olarak karakterle tanıştıktan sonra zihinlerine girdiğimizi fark ederek geçmişin izini sürmenin heyecanına kapıldığımızda esas olarak onları anlayabiliyoruz. Yazar bunu okura sezdirmeden, sıradan olayların içinden geçirerek ustalıkla yapıyor. Bu insanlar da neden böyle olmuş diye soramadan o evrenin içinde buluveriyoruz kendimizi. Çocukluğu çok iyi anlayan bir yazarla karşılaştığımızı o sırada fark ediyoruz. Sonra öğreniyoruz ki Doğan Görmez bir Türkçe öğretmeni. Çocukluğun o bitmez tükenmez sorularının muhatabı, bir an önce büyüme çabalarının şahidi, gıpta edilen ve her şeyi bilen kişisi. Çocukları çok iyi anladığı belli.
Kitapta özellikle 504 Numaralı Oda, Çocuktum Daha, Babam ve Kekik Kokusu, Balon ve Rüya öykülerinde kahramanların anlatılan yetişkin gizemlerinin ardındaki gerçekleri görüyoruz. Geçmişlerinden getirdikleri hüzünleri, eksiklikleri, fakirliği, baskıyı, şiddeti öğreniyoruz. Kimi zaman çok sertleşen bir dil ile çırılçıplak seriveriyor önümüze, kaçamıyoruz tıpkı çocukluğumuzdaki gibi sıkışıp kalıyoruz. Yazar sonra bizi yetişkinliğe davet ediyor ve her şey geçer her şey düzelir dercesine sırtımızı sıvazlıyor biraz rahatlıyoruz. Ne de olsa kahramanlarımız tüm bu travmatik anılarına rağmen muktedirler ve kendi kararları arkasında duruyorlar. Bu okurun empati yapmasına fırsat yaratıyor, kişilerin zihinlere kazınması bir süre daha okurla yaşaması mümkün hale geliyor.
Vedalar da göze çarpıyor. Kimi zaman eski aşklara, bazen yeni sevgiliyle zaten bitmiş bir ilişkiye, ölen evlada, yitip giden babaya, tüm kötülüğüyle yaşayan kocanın yitirdiği eşine, bir tek küpeleri hatıra kalan anneye ama en nihayetinde hep sanki yarım kalan hayatlara ve özünde özlem duyulan çocukluğa veda.
Çeşitli dergilerde öyküleri de yayımlanan yazarımızın deneyimli bir kalemi olduğu belli: Tüm öyküler arasında biri fark yaratıyor, Bakışımlı. Diğerlerine kıyasla çok kapalı bir anlatım tercih etmiş. Okuru kaygılı bir oyuna davet eder gibi. Rüya ile gerçek arasında gizemli bir olayı çözmeye çalışırken gizli kalması gerektiği hissini yaratıyor. Karakterler, mekan ve zaman belirsiz. Kahramanların derinliklerine giremiyoruz. Öncesi ve sonrasından haberdar olamıyoruz sadece o an var. Bizi ürkütücü bir polisiye atmosferine sokarken kullandığı tekrar cümleleri ile tetikte tutuyor. Katili ya da maktulü merak ederken kendi iç hesaplaşmasını da görüyoruz kısacık hikayede. Postmodern bir üslupla anlatmayı tercih eden Görmez hikayeyi okura bırakıyor, her şeyiyle sonunu tahmin etme oyunu bizde.
Yazarın sıradan insanların birbirleri ve kendileriyle olan çatışmalarını, duygusal gelgitlerini anlatırken seçtiği süsten uzak sade ve yalın dil okura tüm kötülüğe ve iç karartıcı kurguya rağmen ferahlık veriyor. Toplumsal gerçekçi bir yaklaşımla aktarılan karakterlerin diyalogları öyle sahici ki onlara hemen inanıyoruz. Bu mahir tavır okurun karakterlerle özdeşlik kurmasına vesile oluyor. Ancak yazar hep gizemli bir korunaklı alan bırakıyor kendisine. Anlattığı kadarıyla yetinmekten başka çaremiz kalmadığı gibi hayal kurulacak sonlar ve bizimle yaşayacak karakterler veriyor bize. Yazarın dili, kullandığı metaforlar ve kurgusu sağlam hikayeler oldukça net aslında, bazı öykülerde yapılan fazla açıklamalara gerek olmadığı izlenimi doğuruyor. Belki de bu ilk eserin heyecanıyla okuruna metni detaylandırma arzusu duymuş olabilir. Oysa bu öyküler, karakterlerin derinliğine ve geçmişten gelen gücüne en önemlisi okuruna inanmalı. Yazar betimlemelerle öyle bir atmosfer kuruyor ki her öyküde gözümüzün önünde canlanan sahneler uzun süre de unutulmuyor.
Her şey bittiğinde geçmişin izlerini üzerinde taşıyan ama gelecekleri olan insanlar kalıyor geriye. Onların tercihlerine saygı duyan okur aklındakilerle birlikte kendini de sorgularken buluyor. Acaba biz hangisini tercih ettik? Tüm bu acılar içimizde yola devam edebilecek güçte miyiz?
edebiyathaber.net (3 Temmuz 2025)