
Kıymetli yazar Üzeyir Karahasanoğlu, geçtiğimiz aylarda Gece Hep Gece romanı ile hafızalardan silinmeyecek bir eser bıraktı edebiyat dünyasına.
Tarihsel anlatılara ilgisini bildiğim yazar, bu romanda okurlarını geçmişin acı bir sayfasına, İstanbul’un işgal altındaki yıllarına götürüyor. Karanlık, yalnızlık ve yılgınlık ile örülü bu anlatıda tarih sadece bir fon değil, karakterlerin iç dünyasını şekillendiren canlı bir organizma olarak yer buluyor. İşgal altında olmak, öğretmen Haluk’un iç dünyasındaki yalpalanmalara paralel olarak, öz topraklarında yersiz yurtsuz kalmış bir ulusun katman katman çözülüşüne de sebep oluyor. İstanbul, bu çözülüşün sessiz bir tanığı: Beyoğlu’ndan Galata’ya, Haliç kıyılarından Cihangir’in karanlık arka sokaklarına kadar tüm semtler hem bireysel acıların hem toplumsal travmaların izlerini taşıyor, tıpkı karakterleri gibi parçalanmış bir kimliğe bürünüyor.
Bu yıkımın ortasında bir başka toplumsal kırılmaya daha değiniyor Üzeyir Karahasanoğlu; Beyaz Rusların İstanbul’daki varlığına. Devrimden kaçıp şehre sığınan bu hayalet insanlar, İstanbul’un kozmopolit dokusuna geçici ama derin bir iz bırakıyor. Beyaz Rus kadınları, güzellikleriyle ve düşmüşlükleriyle hem şehri hem başkahramanı esir alıyor. Haluk’un bu kadınlara bakarken hissettiği şey hem çekim hem acıma hem de kendi kimliğine dair bir yabancılaşma hali. Onlar, yurtsuzluğun, vatansızlığın, geçmişini kaybetmişliğin simgeleri; tıpkı kendisi gibi.
Bir zamanlar Mekteb-i Sultani’de idealist bir öğretmen olan Haluk, zamanla dirençsizliğin, sessizliğin, içe gömülmüş ahlaki bir çöküşün simgesine dönüşüyor anlatıda. Bilgiyle donanmış, iyi eğitim almış bir aydın olarak, işgale karşı hiçbir şey yapamayışı onu affedilmez kılıyor. Ve bu affedemeyiş metinde o kadar güçlü hissettiriliyor ki yalnızca Haluk’a değil, bir kuşağın kendisine dönük bir öfkeye dönüşüyor biz okurlar için. Ve belki de çok insani olan bu teslimiyet, günümüz koşullarında, kendi eylemsizliğimize özdeş, sorgulamaktan kaçındığımız bir hâl… Öyle ya; roman kahramanı dediğin “kahraman” olmalı!.. Peki ya sen?
Yetmezmiş gibi Haluk’un bu iç çatlaklarına, genç öğrencilerle arasındaki ideolojik ve ahlaki uçurum da eşlik ediyor. Mekteb-i Sultani’de o yıllarda hâlâ iyi bir eğitim verilmekte; öğrenciler edebiyatla, felsefeyle, dil ile donatılı. Lakin bu bilgi, günün koşullarında ürkütücü bir direniş aracına dönüşüyor. Gençler, işgale karşı bildiri yazmak, miting düzenlemek, sokağa çıkmak istiyorlar. Onlar için aydın olmak, eylemle tamamlanan bir bilinç hâli iken Haluk susuyor. Onların heyecanı karşısında yalnızca üzülüyor, endişeleniyor, hayıflanıyor. Suskunluğu bir ihanet kadar derin. Oysaki okulun duvarları, işgal ordularının gölgesi altında olsa da öğrencilerin içinde hâlâ umut kıvılcımları harlanmakta. İstanbul’un tekinsiz atmosferinde, Beyaz Rusların zarif ama yorgun gövdeleri arasında, şehrin loş pasajlarında bu çocukların sesleri duyuluyor: “Teslim olmamalıyız!” Gençlik direnmek isterken, suskun kalan aydınlar sadece o dönemin değil, her dönemin en büyük çelişkilerinden biri, öyle değil mi sevgili okur?
İşgal orduları İstanbul sokaklarında yürürken Haluk’un sınıfları boşalıyor. Derslikler, artık öğrenilen değil unutulan yerlere dönüşüyor. Bir zamanlar özgürlük ve bilinç aşılamaya çalışan bir aydın olan Haluk, artık sadece gözlemleyen, susan, geri çekilen bir gölgeye, yenilmişliğin temsiline dönüşüyor. Ve bu teslimiyet bir tür “aydın mirası” sorusunu akla getiriyor: Direnmeyen bir aydından geriye ne kalır?
Bu sorudan yola çıktığımızda Üzeyir Karahasanoğlu’nun kurduğu evrende, hiçbir ismin tesadüfi olmadığını da keşfediyoruz. Roman boyunca rol alan karakter adları, birer kişiden çok, bir dönemin ruhunu taşıyan, tarihi çağrışım olan semboller. Örneğin Haluk, sadece bir öğretmenin adı değil kanımca; Tevfik Fikret’in ideallerine, Namık Kemal’in bağımsızlık tutkusuna bir gönderme…
Yine roman karakterlerinden Ali insan onurunun, direnişin ve içsel aydınlığın sesi iken onun karşıtı Mehmet Yahya, başlangıçta idealist, ateşli argümanları olan ama zamanla yozlaşan bir olarak karşımıza çıkıyor. Vicdani değerlerini terk eden, kendi yaptığına inanmasa da “düzen böyle” diyerek meşrulaştıran, iktidarın insanı nasıl dönüştürdüğünü, çürüttüğünü gösteren bir kişilik…
Romandaki bir diğer güçlü anlatı da Haluk’un Katia ile yaşadığı aşk… Katia, bir Beyaz Rus göçmeni olarak sadece sürgünün, yersizliğin ve geçmişsizliğin bir temsili gibi. Haluk’un Katia’ya duyduğu tutku, bir yönüyle arzu edilen bir güzelliğe, kaybedilmiş bir estetiğe yönelik görünse de daha derininde kendi geçmişine, düşlerine, başarısızlıklarına duyduğu hüzünlü bakış sanki. Tıpkı işgal altındaki İstanbul gibi, Katia’nın dünyası da her an dağılabilecek bir yapıda. Haluk onunla birlikteyken sadece sevmiyor; aynı zamanda utanıyor, çekiniyor, geri duruyor. Katia, Haluk’un gözünde hem kurtarılamamış bir kadın hem de kurtaramadığı bir milletin imgesi gibi. Katia da tıpkı Haluk gibi bir çöküşün içinde ve esasen onun çöküşü daha görünür, daha kimsesiz, daha haklı… Aralarındaki aşk, bu iki çöküşün geçici bir süreliğine birbirine yaslanması gibi görünse de Pandora’nın Kutusu’nda son kalan bakalım ne olacak sevgili okur…
Ez cümle, Gece Hep Gece’desadece bireyin içsel gecesi değil, bir ulusun tarihsel gecesi de anlatılıyor. Karakter isimleriyle, okulun simgesel ağırlığıyla ve gençlerin direniş arzusu ile bu roman, bir kuşağın vicdan defterini yeniden açıyor. Ve şu soruyu zihinlere bırakıyor:
Bir ülke işgal edildiğinde yalnızca toprak mı kaybedilir, yoksa vicdan da mı terk edilir?
edebiyathaber.net (28 Mayıs 2025)