Döngünün İçinde | Duygu Uzel

2 hafta önce 3

“Melekli tepsi ev halkından biri. Büyük büyük anneanneden mi ne kalmış. Kocakarı melek, hepimizden yaşlı. Uzak diyarlardan gelmiş. Yorgunluk nedir bilmez, her işe yetişir kanatlarıyla. Çay ikram eder, pirinç ayıklar, kahve sunar, mutfağın başköşesinde, musluğun borusuna yaslanıp oturur. Hepimizi izler oradan.”

Kambur ve Benim Rüyalarım Hep Çıkar’dan sonra Esra Kahya okurlarını Tepsideki Melek’in dünyasına davet ediyor. Melekli tepsi, hikâyenin içinde sessiz bir tanık. Kanatlarının altına saklanan anılar, kuşaklar boyunca taşınan aşkların fısıltısını koruyor. Romanın sayfaları arasında ilerlerken, geçmiş yalnızca hatırlanan değil, yeniden yaşanan bir gölgeye dönüşüyor. Okuyucu, kendi hikâyesinin kıvrımlarında karakterlerle birlikte yol alıyor.

“İnsanın mayası, hatırlamanın hamurundan. Çeşni niyetine bir tutam nisyan. Unutunca geçeceğini düşünmenin yanılgısına karşı, hatırlamanın şifası. Lakin tesir etmesi için gereken, ille zaman, ille zaman…”

Sözlerin kimi zaman özgürleştirdiği ya da gölge gibi üzerimize düştüğü anlar vardır. Unuttuğumuzu sandığımız şeyler bir kelimenin içinde saklı olabilir ve şimdi okurlar tam da o noktada.

‘Tepsideki Melek’, geçmişin izlerini takip eden bir anlatının kapısını aralamıyor sadece. Sayfalar ilerledikçe kokular, sesler içerisinde yerinizi alıyorsunuz. Hikâye, yalnızca kelimelerle değil, atmosferiyle de kucaklıyor. Yazar, okuyucusunun beş duyusuna da hitap etme konusunda oldukça iddialı.

Esra Kahya, Isfahan’da kıştan evla bir bahar akşamından anlatılanlarla zihnimizdeki ateş tapınaklarına götürüyor. Ateşin ışığında, romandaki karakterlerin hepsiyle ayrı ayrı bağ kuracağından henüz habersiz ilerler okuyucu. Orada sadece karakterlerin değil kendi geçmişimiz de bekler bizi. Ateşin etrafında şekillenen geçmişin izleriyle kuşaktan kuşağa akacak, anlamlanacak bir yolculuk başlar.

“Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Develer tellal iken. Pireler berber iken. Ben annemin ruhunu zırıl zırıl gömer iken. Annem çıktı bohçadan, babam düştü aynadan.” (s.190)

 Bazı hikâyeler, yalnızca anlatılanlardan ibaret değildir. Onlar, geçmişin fısıltıları, unutulmayan yüzler ve nesiller boyunca taşınan duygularla örülüdür. Romandaki karakterlerle yol alırken, zamanın döngüselliğinde ilerliyoruz. Kimi zaman onların kurgusallığında duyumsuyoruz o kemirgen acıyı kimi zaman kendi gerçekliğimizde.

Leyla-Hukem, Zerde-Ali, Zehra-Enver, Nevra-Aydın, Güliş’in hayat ağacının kökleri. Onun izinde beynimizdeki kıvrımlar açılıp yol oluyor kuşaklar boyu. Sırtımıza kambur olanlar, rüyalarımıza girip hayatımıza dokunanlar… Tepsideki melek figürüyle geçmişin izleri günümüze ve geleceğimize şekil verirken, üzerimize giydiğimiz kostümleri hatıralarla biçiyoruz. Kim bilir, belki onların hikâyeleri bizim hikâyemizin gölgelerinde yankılanıyor. Belki de biz, onların cümlelerinde kendimizi buluyoruz. Bazı hatıralar yalnızca bir zaman dilimine ait değil. Kimi yüzlerde, kimi kelimelerde yeniden şekilleniyor ve fark etmeden bugüne dokunuyorlar.

“Keyfi kaçan sofrada bütün yemekler çürüdü.” (s.45)

Boğazımızı yurt edinen koca bir yumru oluveriyor cümleler. Güliş’in afacanlığı, uyanıklığı ve kıvrak zekasının dışında satırların aralarına saklanmış sessizliğinden doğan kelimeler okura kendi bohçalarını açtırıyor. Firari düşüncelerimiz teker teker düşüyor ayna kenarlarından. İçinde kırmızı ibikli horozun olduğu çalar saat elimizde tuttuğumuz kitabın kalp atışı misali. Tık tıklar arasında yazarın kurgusuyla eş zamanlı nefes alır kendi hikayeniz. Romanın en güzel yanı, kuşaklarca aktarılan aşk olmalı tıpkı melekli tepsi gibi. Kanadının altına kaçan küçük, siyah taşların huzursuzluğunda damakta kalan unutulmaz tat o sevdalar. Güncelin karmaşasına mola verdiren tatlı bir huzur noktası, notası…

Kelimelerin hayaletini yabana atmamalı. Bazen bir satırın içinde sıkışan ses, geçmişten bugüne taşıdığı fısıltılarla zihnimizin derinliklerinde yankılanır. Unutulmuş görünen sözcükler, zamanın kıvrımlarında yeniden hayat bulur. Kim bilir, belki de yıllar önce başkalarının dudaklarından dökülmüş bir cümlenin yankısıyla konuşuyoruz. Dil, yalnızca ifade etmekle kalmaz, hatırlatır. Kelimeler bazen kendi geçmişimizden daha eskidir. Tıpkı melekli tepsinin kenarında birikmiş hikâyeler gibi, her harf kendi gölgesinde saklanan bir anıyı taşır.

“Biri konuşsa, susmanın karnını bıçaklasa, çok kan akacak belli. Kelimelerin karnında bıçak. Bam bam bam. Oluk oluk kan… Yok, kimsede çıt yok.” (s.185)

Suskunluk, boğulmaya yakın bir sessizlikten ibaret değil. O, konuşmanın eşiğinde duran bir çatlak; içinden kelimeler sızmaya hazır ama beklemede. Biri konuşsa, susmanın karnını bıçaklasa, çok kan akacak belli. Fakat bu kan, sadece kelimelerden mi ibaret yoksa hatıralardan mı süzülüyor? Bam bam bam. Özgürlüğünü arayan yankı. Bir anlığına durup, kelimenin keskinliğini hissettiğinde, ne söylediğinden çok neyi sustuğun önemli hâle geliyor.

“Ruh çıplak kalınca, libasından sıyrılan duygular küçük birer kıvılcım haline, karşısındaki sıçrayınca hani… Al sana yangın. İçinden tutuşuyor insan.”  (s.187)

İçimizde, kimsenin hatta kendimizin bile bilmediği sessiz kıvılcımlar alevleniyor sayfalar ilerledikçe. Dışarıdan görünmeyen ama bir bakışla, bir kelimeyle sıçrayıp yangına dönüşen… Ruh, korunaksız kaldığında, kelimeler yalnızca yankı olmaktan çıkıyor. Küçücük bir kıvılcım yeterli. Suskunluk ateş tapınaklarındaki nefese evriliyor adım adım ve geri dönmek artık mümkün değil. Çoktan romanın içinde, görünmeyen karakterlerden birine dönüşüyor okur. Duygular, suskunluk içinde kıvranan bir ateş gibi sahibinden bağımsız, kendi yolunu buluyor. Örtüsünden sıyrılan sözcükler, yaşanmışlıkların kilidini çeviriyor usulca. İçimizde yavaş yavaş büyüyen yangının dumanı, eski hikâyelerin arasına karışıyor. Ve okur, farkında olmadan romanın içine, boşlukları tamamlayan bir nefese dönüşüyor.

Zaman, evvel içinde değil. Tam da şimdide! Kelimeler nabız gibi atıyor. Geçmişin suskun taşlarına çarpa çarpa ilerliyor. Zaman, geriye dönük bir iz değil artık. O, şu anın içinde yanıyor, kıvılcımlar saçıyor. Düşüncelerin arasına sıkışmış eski yankılar, şimdinin ışığında eriyip başka bir forma bürünüyor. Adımları saymaya gerek yok çünkü her adım, zamana yeni çizgiler ekliyor. Ömrümüzü eski defterlerde anarken, asıl hikâye tam da burada, soluduğumuz anda yeniden şekilleniyor.

Geçmiş, yaşanıp kapanan bir kapı değil. İçimize sinmiş, yolumuzu çizen bir yön. İnsan, geçmişten bugüne yürürken, adımlarını sandığı şeyle değil, taşıdığı şeyle atıyor. Kelimelerle örülmüş bir sessizlik, içten içe büyüyen bir kıvılcım gibi, zamana karışıyor. İnsan, duygularını giyinip yürüdüğünü sanıyor ama aslında içindekiler çoktan sıyrılmış, çıplak kalmış. O anın içinde, kendini korunaklı sanırken aslında çoktan açıkta kalmış olduğunu fark ediyorsun. Sanmak, yanılsamanın değil, içindeki boşluğun yankısı. Bir anlığına, duyguların seni sarmaladığını düşünüyorsun, ama içindeki çıplaklık kelimelerin dokunuşuyla ağırlaşıyor. Sessizlik seni örtmek yerine açığa çıkarıyor.

“Perdeler kapandıkça yürekler kapanıyor. İnsan en yakınındakine gurbet oluyor.” (s.188)

Suskunluğun ağırlaşan sesi… Araya giren sessizlikler büyüdükçe içimizde anlatılmamış hikâyeler birikmeye devam ediyor. Kimi anlar vardır dokunmak istersin, kelimeler ellerinin arasından kayıp gider. Kimi anlar vardır, sesini duyurmak istersin ama duyguların duvara çarpıp geri döner. Sonra hiç beklenmedik bir anda eline aldığın kitaptan seslenir sana gurbetliğin, gurbettekilerin. Belki de en keskin yalnızlık, en yakınında duran insanın içinde kaybolmaktır… O noktada yeniden nefes almaya başlıyor içimizde taşıdıklarımız. Esra Kahya, karakterlerin döngüselliğiyle okurun döngüselliğini ustaca bütünlüyor. Kırmızı ibikli horoz, çalar saatin tüm saliselerinde ötüyor…

Görmezden gelmenin, görmekten daha acı olabileceği, hayrettir, hiç aklımıza gelmedi. Yazar kurduğu cümlelerle, derin uykuların koynunda görülen, uyanmak istesen de bir türlü uyanamadığın rüyalara çekiyor. Hani tüm gücünle koştuğun, avazın çıktığınca bağırdığın ama duyuramadığın anlara… Sayfalardaki üç noktalardan yüreğindeki üç noktalara uzanıyor okur. İçine ne zaman çektiğini anımsayamadığın o derin soluğu veriyorsun bir çırpıda.

Beş bin yıl öncesinde icat edilen tekerlek dönüp duruyor gözlerinin önünde. İnsanı aydınlık günlere taşımaktan uzak, yorgun bir yolculuğun uzun molasını veriyor. Onun ışığa gitmek için değil, içinde kaybolmak üzere döndüğünü anladığında ciğerlerine işleyen sızı bedenine yayılıyor. Bir anlatının içinde kaybolmak, bazen kendi hatıralarımıza dokunmaktır. Boğazımıza düğümlenen kelimeler, eski bir saate sıkışan zaman gibi yankılanır. Yılın on üçüncü ayının otuz ikinci gününde arafta kalıyorsun okur olarak.

Tekerlek dönüyor, iz bırakıyor. Ama bu kez, geçtiği yolları hatırlayarak. Sessizlik, içinden geçerken artık gölgelere dönüşüyor. Fakat bu son değil, yalnızca başka bir başlangıç. Çember kapansa da içinden geçenleri taşımaya devam ediyor.

Yıllarca sırtımızda taşırız kamburumuzu Sisifos misali, ama bazen en ağır yükler, en derin sesleri taşır. Gün olur gördüğümüz rüyalar çıkar belki kim bilir. Bazen içimize, bazen yollara, bazen hiç bilmediğimiz zamanlara. Tepsideki melek, kaybolan bir masumiyeti değil, gözlerimizi kaldırdığımızda hâlâ orada olduğunu bildiğimiz ışığı hatırlatır.

“Dilinle değil sade, elinle-emeğinle-yüreğinle konuş.” (s.154)

Esra Kahya’nın yüreğinden süzülenler kalem köprüsünden geçip okuyucunun gönlünde taht kurmakta iddialı. Kurduğu köprünün her taşı özenle işlenmiş.

edebiyathaber.net (30 Mayıs 2025)

Yazının Tamamını Oku