
Kendi sözleriyle “kendi semasında tek yıldız” olan Cemil Meriç, 13 Haziran 1987 tarihinde İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Onun hakkında çeşitli yazılar ve hatta kitaplar kaleme alınmıştır. Ancak, düşünsel zenginliği, çok yönlülüğü ve iniş çıkışlarla örülü fikir dünyası göz önünde bulundurulduğunda, Meriç üzerine daha fazla ve farklı perspektiflerden çalışmalar, incelemeler ve çözümlemeler yapılması mümkündür.
Cemil Meriç doğrudan bir edebiyat kitabı yazmamış olsa da “edebiyat üzerine düşünceleri” birçok eserinde yer alır. Özellikle roman üzerine yoğunlaşmakla birlikte, şiir konusundaki görüşlerini de Umrandan Uygarlığa, Bu Ülke, Mağaradakiler ile Sosyoloji Notları ve Konferanslar adlı kitaplarında dile getirmiştir. Ancak bu düşünceler, en kapsamlı ve sistemli hâliyle Mağaradakiler adlı eserinin “Şiirden Düşünceye” başlıklı bölümünde (s. 233–239, 28. baskı, İletişim Yayınları, 2017) yer almaktadır. Bu bölümde ifade edilen şiir üzerine görüşler, günümüz açısından da önemini korumaktadır.
Cemil Meriç, şiir ve nesri, düşünce dünyamızda iki medeniyetin çatışan değerleri bağlamında ele alır. Ona göre, irfan coğrafyası ikiye ayrılır: Avrupa akla, Asya ise coşkuya dayanır. Avrupa’da söz, delile; Asya’da musiki, sezgiye yaslanır. Bu çerçevede şiir, özellikle Doğu’da musikinin bir uzantısıdır. Avrupalı, sözü açıklamak için kullanırken; Asyalı, duyguyu hissettirmek için musikiden faydalanır. Bu nedenle Asya’nın dili şiirdir; çünkü şiir, gönlün sesidir (s. 233). Meriç de, bazı şairler gibi, şiiri “gönülle” ve “gönlün sesiyle” ifade etmekten kaçınmaz.
Meriç’e göre şiir ile musiki birbirinden ayrı düşünülemez (s. 233). Türk şiiri, bu Doğulu damardan beslenmiş; aruz vezniyle özgürleşmiştir. Ona göre atalarımız, Şark’ın yorgun mazmunlarına yeniden can vermiş, şiiri musikiyle iç içe yaşatmıştır. Şiir ve musiki birbirini tamamlayan unsurlardır: Musiki saf ve dalgalı bir akışı temsil ederken, şiir anlamın biçim kazanmış hâlidir. Meriç, şiirin kutsallığa hizmet ettiği sürece ciddiyetini koruyacağını, aksi hâlde yalnızca bir oyuna dönüşeceğini ifade eder.
Ancak düşünce, şiirin büyüleyici fakat sınırlayıcı dünyasında tam anlamıyla gelişemez. Meriç, nazmı “düşüncenin emeklemesi” olarak tanımlar (s. 234). Ona göre, düşüncenin en açık ve olgun ifadesi nesirdir. Nesir; berrak, keskin ve ilmi bir dildir; Batı uygarlığının ve teknik medeniyetin temelidir. Bu nedenle nesir, insanlığın entelektüel olgunluk döneminin ifadesidir.
Şiirden düşünceye geçiş hakkında Meriç’in keskin bir tespiti vardır: Ona göre düşünmek, Batı’da bir zorunluluk; Doğu’da ise çoğu zaman lüzumsuz görülür. Bu nedenle bizde düşünce, şiirin hizmetindedir; düşünceyi besleyen şiirdir (s. 234).
Meriç’e göre şiir, musiki, nesir, düşünce ve “kelime” bir araya geldiğinde gerçek bir zenginlik ortaya çıkar. Batı, kelimeyi bir silah gibi kullanır; ideolojiler kelimeler aracılığıyla yayılır. Oysa bizde kelime, bir nota gibidir; musikinin bir parçası olarak görülür. Avrupa’nın sınıf çatışmalarıyla şekillenen tarihine karşılık, Osmanlı’da hakikatler çoğunlukla kılıçla belirlenmiştir.
Cemil Meriç, şiirin anlamının yozlaşmasını ve edebiyatın bir oyuna dönüşmeye devam etmesini (s. 235), Tanzimat sonrası Türk nesrinin Batı’ya yönelmesine ancak kendi dil ve anlam sistemini kurmakta zorlanmasına bağlar. Ona göre bu dönemin nesri zayıf, biçimsiz ve yapay bir sanat anlayışına sahiptir. Tanzimat yazarları yeni kavramları aktarmaya çalışmış; ancak bu kavramlar hem karanlık kalmış hem de teknik bakımdan yetersiz olmuştur. Bu nedenle şiirin anlamı da bu dönemde yozlaşmıştır.
Divan edebiyatı, geçmişin huzurlu zamanlarının sesi olarak değerlendirilir. Ancak artık devir değişmiş; devlet, düşman bir dünyayla karşı karşıya kalmış ve şiire vakit kalmamıştır. Tanzimat döneminin önceliği artık haz değil, hakikattir. Bu dönemde şiir, acıyı ve haykırışı dile getirmelidir. Meriç, Namık Kemal’in şair tanımını benimser (s. 236) ve onu hem doğaüstü hem de trajik bir figür olarak tasvir eder.
Meriç, ardından dönemin diğer şair ve yazarlarının anlayışlarını kısaca özetler. (s. 237) Örneğin, Yenişehirli Avni gibi bazı Divan şairlerinin şiiri hâlâ ilahi bir yansıma olarak görmeleri, onların dönemin gerçekliğinden kopuk olduklarını gösterir. Midhat Paşa ise bu anlayışı eleştirerek yazarın toplumsal sorumluluğunu vurgular. Ancak onun kaleme aldığı nesir de biçimsel olarak yeterli değildir; şiirsizliğin yol açtığı dağınıklık bu metinlerde kendini hissettirir. Aynı şekilde Beşir Fuat ve Suavi gibi yazarların da ortaya koyduğu nesir dili kuru, zayıf ve yetersiz kalmıştır.
Cemil Meriç’e göre şiir, uzun süre nesrin önüne geçmiştir. Öyle ki nesir, ancak II. Meşrutiyet döneminde şiirin gölgesinden sıyrılmaya başlamıştır. Buna rağmen edebiyat denince akla ilk gelen isimler hâlâ şairlerdir: Abdülhak Hâmid, Tevfik Fikret, Yahya Kemal. Şiir, dili ustalıkla yoğurmuş ve onu ehlileştirmiştir. Meriç bu noktada yine tartışmaya açık bir Doğu-Batı karşılaştırması yapar. Ona göre Batı düşüncesi şiiri hiçbir zaman tam anlamıyla fethedememiştir. Oysa bizde “dildeki değişimlerle birlikte şiir gerilemiş, dil devriminden sonra ise şiir, düşünceyi taşıyamaz hâle gelmiştir” (s. 237).
Meriç, bu düşüncesini dile getirdikten hemen sonra, ilk bakışta kendisiyle çelişir gibi görünen bir değerlendirme yapar: Nazım Hikmet’in hem şiirde hem düşüncede bir devrimci olduğunu, şiirin kapılarını düşünceye açtığını belirtir. Bu değerlendirmesini, “Nazım’ın Batı ilmiyle Doğu mistisizmini birleştiren bu ideolojiyi büyük bir inançla benimsemesine” (s. 238) dayandırır.
Ona göre Nazım, şiiri düşünceyle, nesri ise şiirsellikle harmanlamıştır. Kutsal kitaplara özgü bir üslup geliştirerek dili hem bireysel hem toplumsal bir sıçramanın aracı hâline getirmiştir. Yahya Kemal ve Tevfik Fikret’in zirveye taşıdığı Osmanlıcaya karşılık, Nazım’ın Türkçesi; sınırları zorlayan, düşünceyi ve duyguyu birlikte taşıyan bir dildir. Meriç, Nazım’ın şiirdeki bu başarısını teslim eder, ancak onun düşünce adamı olarak idealize edilmesini doğru bulmaz (s. 239). Ona göre Nazım, sağlıklı ama sabırsız ve yalnız bir figürdür; bir çocuk gibidir.
Cemil Meriç’in yaşarken çok tartışma yaratan “Nazım’la birlikte Türk şiiri kapanır; Avrupai düşünce ise onunla başlar” cümlesi üzerine M. İlyas Subaşı gibi şairler çeşitli yazılar kaleme almış, eleştiriler yapmışlardır. Meriç, Türk şiiri üzerine düşüncelerini şu cümleyle tamamlar: “Bu düşünce henüz toy, yavaş ilerleyen bir yürüyüştür. Ama bu yürüyüş, Türk düşünce hayatında gerçek bir başlangıçtır.”
edebiyathaber.net (10 Haziran 2025)