Yeryüzünü Adımlamanın Kısa Öyküleri | Hülya Soyşekerci

2 hafta önce 3

Mimar- yazar Emel Kayın’ın yeni öykü kitabı Yeryüzünde Bir Yabancı, önceki yıllarda yayımlanan Mekân Hikâyeleri (2008), İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar (2016) adlı öykü kitaplarıyla bütünlük oluşturan, yeryüzüne dair temel meseleleri farklı yönlerden öyküleştiren özgün bir yapıt. Bir “üçleme” olarak baktığımızda, imgesel düzlemde buluşan ya da göndermeler yoluyla birbirine bağlanan metinlerden oluşan bütünlüklü bir öykü mimarisiyle karşılaşıyoruz. Yeryüzünde Bir Yabancı’nın içindeki öyküler, bu bütünsel yapının üçüncü ve son kısmını oluşturuyor. Ayrıca Yeryüzünde Bir Yabancı’ya tekil olarak baktığımızda, kitabın içinde tematik açıdan belirli bir iç düzenin, bütünsel bir yapının yer aldığını söylemek mümkün.

Yeryüzünün Acıları

Yeryüzünde Bir Yabancı’da, kadim zamanlardan süzülüp gelen büyük insani acıların, kötülüklerin ve savaşların şiddeti yüreğimizi sarsıyor. Gotiğin, tekinsizliğin coğrafyası ve “zamansız” zamanında, sıra dışı bir okuma yolculuğu bekliyor bizi. Okurken, eski anlatıların, efsanelerin, masalların sesini işitiyoruz sayfalar arasında. Yüzleşme, ötekileştirme, yok sayma, şiddet ve kan dökücülüğe, acı çeken insanların mağdurluk ve mazlumluk hallerine dikkat çekiliyor pek çok öyküde. Sıradan insanların kötülükleri kaplıyor yeryüzünü. Asıl kötülüğün, şiddetin ve vahşetin kaynağının ne olduğu da sorgulanıyor felsefi düzlemde.

Kötülüğün Sıradanlığı adlı yapıtında “Kötülüklerin çoğu, hiçbir zaman iyilik ve kötülük hakkında kafa yormamış insanların işidir.” diyen Hannah Arendt, “Kötülüğün sıradanlaştığı yerde iyi, erdemli ve dürüst kalabilmek neredeyse imkânsız hale gelir.” sözüyle, sıradanlaşıp yaygınlaşan kötülüğün karşısında hiçbir insanın masum kalamayacağına dikkat çeker. Yeryüzünde Bir Yabancı’nın işlediği başlıca meselelerden biri olan çağlar boyunca insanın kötülüğü ve şiddeti, yazarın ikinci kitabı İyilik ve Kötülük İçin Mekânlar’a tematik açıdan eklemleniyor. Yazar, dipte, çözülmeyen, buruk bir acı bırakan şiirsel güçte bir tortu bırakıyor ve “kötülüğün sıradanlığı”nı fark etmemizi sağlıyor: “Hikâye anlatıcısı, ardında bıraktığı yollarda büyük kötülükler görmüştü. Katlanılamaz zulümlerin, söndürülemez ateşlerin, durdurulamaz ölümlerin, dindirilemez acıların kimi zaman kıyısından kimi zaman da içinden geçmişti. Karşılaştığı kötülüklerin en korkutucu olanları ise sonsuz bir durağanlığın sonsuz rahatlığı içinde süregelen ezberlenmiş hayatlarını koruyabilmek için alaşağı edemeyecekleri hayat, yok edemeyecekleri mekân, inkâr edemeyecekleri söz olmayan sıradan insanların kötülükleriydi. Sıradan insanların kötülükleri, devasa kötülüğü yarattığı halde onun gölgesinde kalan, günden güne büyüyen, üstü örtülü kötülüklerdi.” (s.66)

Varoluşçu felsefenin izleri

Güney Amerika büyülü gerçekçiliğinden mitosların düşsel dünyasına, Doğu’nun kadim anlatılarından masallara uzanan; hikâyenin evrensel, zamansız ve coğrafyasız oluşunu içten içe duyumsatan; insan doğasının çağlar boyunca değişmediğini vurgulayan ve varoluşçu felsefenin derinliğine uzanan bu usta işi öykülerinde Emel Kayın, modern kısa öykünün imkânlarını dikkatli ve incelikli bir çabayla araştırıp genişletiyor.

Tezer Özlü, “yeryüzüne dayanabilmek için” edebiyatın gerekliğini vurgular pek çok metninde. Filozofların “dünya ağrısı” (Weltschmerz) diye adlandırdıkları varoluşsal kaynaklı o derin sıkıntıyı, hüznü ve kederi hayatının her ânında hisseder gibidir Tezer Özlü. Pek çok insan bu “ağrı”yı derinden duyumsar yüreğinde; yaşadığımız dünyanın kirinden, kötülüğünden, şiddetinden, sertliğinden, acımasızlığından, karanlığından uzak kalmak ister; dünyaya gelmiş bulunmanın çıkışsızlığını, çaresizliğini, bir anlam arayışına dönüştürmeye çalışır; çoğu zaman yazıya ya da sanata sığınır. Emel Kayın, duyarlı yüreğiyle, derin bir insan ve yaşam sevgisiyle, adalet ve iyilik duygusuyla var ediyor öykülerini. Bu bağlamda, kitabın pek çok öyküsünde varoluşçu felsefenin derin izlerini buluyor, yeryüzünde yaşamanın varoluşsal sancılarını duyumsuyoruz.

Doğanın egemenliği

Doğanın bütün renkleri, sesleri ve varlığıyla metne egemen olduğu öyküler var Yeryüzünde Bir Yabancı’da. Bu öykülerde “anima mundi” yani “dünyanın ruhu” derinden duyumsanıyor. Yazarın kendi nefesini, ruhunu, evrenselliğe ulaşan bir incelikle harflerin kalıcı dünyasına dönüştürdüğü fark ediliyor çoğu zaman. Öykülerin bazılarında şamanik unsurların yer aldığı görülüyor. Ağacın, ormanın, dağın yüceliğini; ateş, su, hava ve toprak unsurlarının anlamlı birlikteliğini duyumsuyoruz yeryüzünde. Suyun adeta kutsandığı öyküler yer alıyor sayfalarda. Su ile yaşam arasındaki güçlü bağa dikkat çekiliyor. Öykülerin pek çoğunun pastoral ve görsel nitelikler taşıdığı görülüyor. “Karanlık ve kara” öykülerin yanında yeryüzünün güzelliklerini duyumsatan, doğanın bin bir tondaki yeşilini içeren öyküler de var.  

Yeryüzünde adım adım yürüyen, yalnız, hüzünlü, duyarlı Yabancı, kırsaldan kentlere, kentlerden doğaya, dağlara, ormanlara, denizlere, akarsulara, oralardan masallara, efsanelere, kadim anlatılara ilerliyor; bazen de edebiyatın doruğundaki yapıtlara açılıyor yolculuğu. Yeryüzünde Bir Yabancı’nın içinde ekolojik yönden incelenebilecek ve üzerinde düşünülüp yorumlanabilecek pek çok öykünün varlığından söz edebiliriz. Ayrıca boz ayılardan yılanlara kadar pek çok hayvan varlığı dolaşıyor öykülerin sayfalarında. Yeri gelmişken, “Boz ayılar”ın tipik bir durum öyküsü olduğunu belirtelim. Metin içinde bırakılan kimi boşluklar ve öykünün sonu, okurun yaratıcı düş gücüyle tamamlanmayı bekliyor.

Soyutlamanın gücü

İçinde hiçbir yer ve insan adının bulunmadığı, zamanın belirli olmadığı, bazen zamandan zamana geçen hikâyeler okuyoruz. Küçük ayrıntılar ve imgeler üzerinden, öykünün geçtiği zamanı anlamak ya da sezmek mümkün. Tamamen uçsuz bucaksız yeryüzü var bu öykülerde; insanın adımladığı, anlamaya, sorgulamaya ve anlamlandırmaya çalıştığı yeryüzü…  

Yazar, soyutlamalara önem ve değer yükleyerek yazıyor öykülerini.  Bu soyutlamalar bilinçli bir bakışla incelendiğinde, metnin anlam katmanları arasında pek çok toplumsal, tarihsel, dönemsel göndermeler, alt metinler ve yorumların yer aldığı fark ediliyor. Bu bağlamda, Emel Kayın’ın, kısa öykünün yapısal ve içeriksel niteliklerini, dilin anlamsal gücüyle bütünleştirdiği ve geliştirdiği söylenebilir. Öykülerin çoğu, modern kısa öykünün iyi örneklerini oluşturuyor. Flash back’lerle ileri geri sarılan, an içinde geçmişe gidip gelen bazı öyküler, sinematografik yapısıyla öne çıkıyor.

Yeryüzünde iz bırakmanın türlü hallerinin yer aldığı bu kısa öykülere, metinler boyunca dolaşan, adsız, cinsiyetsiz, kimliksiz, ülkesiz Yabancı’nın varlığı damgasını vuruyor. Yabancı, yalın anlamda insanı, daha genel bir deyişle insan gerçekliğini temsil ediyor aslında. İlk öyküde okuduğumuz gibi, ona bir ad verildiğinde adının “Yabancı” olması ve bu ad ile hikâyesinin başlaması, eski destansı anlatıları akla getiriyor. Bir taraftan, yazarın, yarattığı öykü karakterinin yeryüzündeki hikâyesine dikkat çekmesi, kendi kitabına atıfta bulunması anlamına da geliyor.

Emel Kayın, metinlerinde pek çok varlıktan “ev” kuran bir öykü yazarı. Uzun yıllar boyunca mesleki açıdan pek çok evin ve yapının tasarımını gerçekleştiren yazar, öykülerinin soyut dünyasında sıra dışı ve masalsı evler tasarlıyor. Rüzgârdan, buluttan, yağmurdan, güneşten düşsel evler kuruyor mesela. Yazar, insana, mekâna, zamana ve hikâyeye daima evrensel yönden bakıyor. Kişileri ve mekânları, dünyanın her yerinde karşılaşabileceğimiz şekilde, bütün kimliklerinden ve coğrafi bağlarından soyutlanmış halde kurguluyor. O nedenle de “yeryüzü öyküleri” bu kitaptakilerin tümü.

Yeryüzünde Bir Yabancı’da bazen öyle düşsel, öyle sıra dışı varlıklar karşımıza çıkıyor ki, onları gözümüzde canlandırmak için bütünüyle düş gücümüze başvuruyoruz. Eski bir zaman parçasından, yaşanan zamana bir hayalet olarak geçiş yapan ölü varlıklar var mesela. O ölü zamanlarda da bir gezgin olarak dolaşıyor kitaptaki Yabancı ve tanıklıklarını hikâyelerle dillendiriyor. Karanlık hayaletlerin kötücül güçleri temsil ettiği bir öyküde durmaksızın esen çöl rüzgârı, ölüm metaforu olarak yer alıyor. Yazar, simgelerden, mecazlardan yararlanmaya önem vererek öykülerinin anlam boyutlarını genişletiyor. “Kırmızı Duvar”, içerdiği metafor anlamıyla derinleşen bir öykü. Bilinçaltına itilmiş eski yaraları temsil eden kırmızı bir duvar, metnin merkezinde yer alıyor.

“Yaranın kanadığı yer”

Yeryüzünde Bir Yabancı’da, tekinsiz gecenin içinde, ölümün, karanlıkların, kötücül sırların dağılışını, fısıltılarla yeryüzünde çoğalışını okuyoruz. Dipsiz kuyular, terk edilmiş evler, unutulmuş harap mekânlar, karanlık mağaralar, dipsiz kuyular insanın en derin, en kanlı kötülüklerini saklıyor. Her yeri “kor acılar” sarıyor; kan akıyor. “Yaranın Kanadığı Yerde” başlıklı bölümde acıları, kötülük ve şiddeti derinden duyumsatan öyküler, Şili’nin büyük şairi Neruda’nın dizelerini akla getiriyor: “Acılardan daha büyük bir yer yoktur/ Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.”

Yeryüzünde Bir Yabancı’da kadim anlatıların iç sesi, Borges öykülerini andıran, düşsellikle gerçekliği buluşturan yazınsal bir dünyada yankılanıyor. Eski söylencelerin atmosferi ve dili, Emel Kayın’ın kaleminden, kısa öykünün imkânları dâhilinde modern zamanlara taşınıyor. Varoluşçu düşünceler, mitos anlatılarına, eski zaman hikâyelerine ve modern öykünün başyapıtlarına uzanıyor. Çehov’a, Poe’ya, Marquez’e, Camus’ye göndermeler ve anıştırmalarla öykülerin anlamları zenginleşiyor.

Marquez’in unutulmaz yapıtı Kırmızı Pazartesi’ye atıfta bulunan ve farklı bir  zaman kipiyle yazılan “Alışveriş Listesi” başlıklı öykü, evliliğin, evlilikteki görünür ve görünmez şiddetin, insanın toplumsal çevreyle ilişkilerinin sorgulandığı bir metin olarak dikkatimizi çekiyor.

Hep yabancı, hep yalnız, hep sürgün

Daha ilk öyküden itibaren insan olarak “yeryüzünde bir yabancı” olduğumuz gerçeği ile karşılaşıyoruz. Yaşadığımız dünya ile düşlerimizde yaşattığımız dünya arasındaki derin uçurumun farkındalığıyla bakıyoruz her şeye. Bir adımız ve bir hikâyemizin olmasıyla başlıyor her şey ve bütün o varoluş çabası. Yeryüzünü adımlayan Yabancı, büyük bir yalnızlığın izinden gidiyor. Nereye gitse hep yabancı, hep yalnız, hep sürgündür. Demir Özlü metinlerinde karşılaştığımız varoluşsal sıkıntının, yabancılık duygusunun ve sürgünlüğün hüznünü yaşayan biridir Yabancı. Dünyaya sığamayan, o yüzden düşlerindeki dünyaya ve hikâyelere sığınan biridir. Onun çaresizliği ve yalnızlığı, kutsal kitapların hikâyelerinde anlatılan, yeryüzünde bir “cennet kovgunu” olarak yaşadığımız sürgünlüğü de düşündürür bize. Derinlerde yaşanan yalın yalnızlık, öksüzlük ve kimsesizlik, yeryüzü hallerine eklemlenir.

Bazen özgür iradesinden vazgeçerek başkalarının kuklası olmuş ruhsuz kent insanlarının bazen de kente tutunmaya çalışan yoksul, mutsuz ve umutsuz kenar mahalle insanlarının yaşantıları işleniyor kısa öykülerin derinliğinde. Kentsel sorunları, içinde bir sızı gibi duyumsayan anlatıcı/yazar, kentin gürültüsünü ve uğultusunu dile getirirken, konuya toplumsal çelişkiler açısından bakıyor. Çalışan, emek veren insanların kentteki çabaları bir uğultu ya da verimli bir ses yaratırken, gece gündüz yiyip içip eğlenen ve daha çok sermaye sınıfına dâhil olan kişiler, kulakları tırmalayan bir gürültü kirliliği yaratıyorlar. Daima eğlenceyle geçen kaygısız ve lüks hayatların gürültüsü, kentte tahammül edilmez boyutlara ulaşıyor.

Sisifos’un beyhude çabası

Yabancı’nın yeryüzünde kalıcı bir mekân bir yaratma; iyilik, güzellik, adalet ve erdem arama çabası, beyhudeliğin kısırdöngüsüne takılıyor; tıpkı Sisifos efsanesinde olduğu gibi, her şey yıkıma uğruyor, boşluk ve hiçliğe düşüyor. Yersiz yurtsuzluğu, göçmenliği, öteki kılınma hallerini, dışlanmışlığın kederini işliyor öykülerin pek çoğu. Yaşadığımız kötülük ve şiddet çağına, örtük imgeler ve soyutlamalar aracılığıyla dikkat çekiliyor. Yabancı, her an her yerde, kentte, kırda, vahşi doğada, aldığı nefeste, yalnızlık ve yabancılıkla kuşatılmaktadır. Kötülük, kan ve şiddetin ulaşmadığı tek nokta kalmamıştır yeryüzünde. Savaşın, kötülüğün, şiddetin içinde yitip giden çocukların ağıtlarıyla doludur Yabancı’nın yüreği. Yabancı’nın bitmeyen çilesi, Goethe’nin sözünü anımsatır gibidir: “Dünya, hassas kalpler için bir cehennemdir.”

Yanan, yok olan görkemli tarihsel mekânların, yıkılan kalelerin acısını da duyumsuyor yeryüzündeki Yabancı. “Kale” öyküsünde bazı temel kavramların çelişkili diyalektiği metne başarıyla sindirilmiş durumda. “Enkaz Evler”, beyhudeliği hissettiren öykülerden biri. Bin bir emekle kurulan, adeta yoktan var edilen ev, bir anda enkaza dönüşüyor; harap bahçe ve kuruyan dere bu viran görüntüyü pekiştiriyor. “Kuş Evi” ise göçmen kuşlar üzerinden göçmenlik hallerine dikkat çeken, gidenleri ve dönmeyenleri hatırlatan bir başka öykü.  “Kayıp Kuşlar” öyküsünün bir ucu Sait Faik’in “Son Kuşlar” öyküsüne bağlanıyor zihnimizde.  

Paslı demir kapının sakladığı hatıralar

Yeryüzünde Bir Yabancı’da en etkilendiğim öykü, “Çocukluk Evim ve Çocukluk Vaktimin O Muhteşem Kadınları” adını taşıyor. Öyküde yazarın/anlatıcının/Yabancı’nın yıllardan sonra doğduğu kente, çocukluk evine ve çocukluk hatıralarına dönüşü, başarılı bir kurgulamayla işlenmiş. Bu öyküde hem gerçeklik katmanı hem de bilinçaltı katmanı olmak üzere iki ayrı anlam katmanının varlığından söz edilebilir diye düşünüyorum.

Yıllarca kapısını kimsenin açmadığı çocukluk evine tek başına giden, dıştaki paslı demir kapıyı zorlanarak açan ve kendi çocukluk anılarıyla usulca yüzleşen anlatıcı, tozlu, metruk ve ölü bir zamanın içinde yürüyor öykü boyunca. Üzeri toz tabakasıyla kaplanmış eşyalar, paslı anahtarla açılan ağır demir kapı, eski fotoğraflarda saklı geçmiş zaman insanları, anlatıcının dile getirdiği uzak dünyada solgun bir gülün ve ipekli bir mendilin zarafeti içinde yer alıyorlar. Geçmişte kalan o zaman parçasına anlam katan, aydınlık yüzlü, çalışkan ve güzel kadınların, solgun fotoğraflardan dış gerçekliğe taşınan sesleri yankılanıyor. Soluk hatıralardan oluşan tozlu, paslı bilinçaltı katmanı, anlatıcının çocukluk anılarıyla ve belleğinde kalan o ipeksi, narin görünümlerle bir süreliğine güzelleşiyor. Behçet Necatigil’in ve Sait Faik’in nefes alışı da duyumsanıyor öyküde. Mekânın sakladığı zamanı, Emel Kayın, bir mimar-yazar olarak ustalıkla işliyor. “Peteklerinin binlerce gözünde, zamanı bir hafıza olarak tutan mekân” bir çocukluk evi imgesiyle canlanıyor onun kaleminden.

Örtük toplumsal imgeler ve eylülün ezilen, savrulan yaprakları

Yeryüzünde Bir Yabancı içinde en çok etkilendiğim öteki öykü, “Arkadaşlığımızın İlkbahar ve Sonbaharı” adını taşıyor.  Oldukça örtük ve soyut bir 12 Eylül anlatısı olan bu öyküde, umutlarıyla, toplumsal inançlarıyla, ilkbahar düşleri ve ütopyalarıyla bir araya gelen genç insanların güçlü arkadaşlıkları ve yoldaşlıkları, eylülün hüznüyle darmadağın oluyor bir anda. Sonbahar fırtınasında savrulmalar, yalnızlıklar, acılar, çileler yaşanıyor: “Sonbahar aniden ve büyük acılarla geldi. Kızıl, sarı yapraklarla kaplanan toprak, eşsiz bir resme dönüşse de bu etkileyici manzaranın ardında ürkütücü bir girdap gizliydi. Vakit yola çıkma vaktiydi ne var ki önümüzdeki yolculuk, arkadaşlığımızın ilkbaharında hayal ettiğimiz yolculuk değildi. Gitmeye mecbur olanlarımız gidecek; kalmaya mecbur olanlarımız kalacak; herkes ayrı bir yere savrulacaktı. Kimisinden bir daha haber alınamayacak kimisi gittiği için kimisi kaldığı için başka birine dönüşmüş olacaktı.” (s.30) Sonbahar fırtınası, bütün acımasızlığıyla genç hayatlar üzerinde esmeye devam eder: “İhanetlerden, terk edişlerden, tükenişlerden, vazgeçişlerden, akıl almaz kötülüklerden söz ediyorlardı. Arkadaşlığımızın ilkbaharında büyüttüğümüz ne varsa arkadaşlığımızın sonbaharında ezilen yapraklar gibi ezildiğinden, rüzgârla savrulup gittiğinden söz ediyorlardı.” (s.31) Bu öyküye çoğul bir anlatım egemen. Metni oluşturan “biz”, (1. çoğul kişi) söylemi, yaşanan o günlerin ortak ruhuna, kollektif çabasına ve bireyin kendini toplumsal ideallere adamasına uyumlu bir ifade biçimi olarak öne çıkıyor.

Hayat, hakikat ve hikâye

Emel Kayın, öykülerinde hayat, hakikat ve hikâye ilişkisini de sorgulayan bir yazar: “…oysa hiçbir hakikat saklı kalınmasından daha fazla incitici değildi. Hakikat incitmezdi; yüzleştirirdi; acıtırdı; kedere boğardı; dönüştürürdü; yarayı iyileştirirdi. Hikâye anlatıcısı bu yüzden asla huzur bulamayacağı ve sonsuza kadar yabancı kılınacağı bir hayatı yaşamayı göze almış; içine hakikati ve kendine sakladığı sıradan insanların hikâyelerini anlatmaya karar vermişti. (…) “Hikâye anlatıcısının kar fırtınasının yolları kapadığı puslu gecede anlattığı hikâyeler, dünyanın en geveze insanı gibi görünüp derinde, yaranın içten içe kanadığı yerde susmanın en hakiki haliyle susmuş birinin hikayeleriydi. Sustuğu yerde kanayan ne varsa onu hikayelere dökmüştü. Hikâyeler birbirinden kısaydı çünkü yaranın içten içe kanadığı yerde hiçbir hikâye uzun anlatılamazdı.” (s.67) Bu cümleler, yazarın hayata, hakikate, kısa öyküye dair duyuş ve düşüncelerini temsil ediyor; kitabının asıl meselesini yoğun olarak dile getiriyor. Emel Kayın, bence, Walter Benjamin’in o ünlü makalesindeki “Hikâye anlatıcısına ne oldu?” sorusuna, eski anlatıların sesini taşıyan kısa öyküleri ve gezgin bir hikâye anlatıcısı olan Yabancı karakteri aracılığıyla bir yanıt arıyor sanki.

Kitabın son öyküsünde Yabancı’nın yeryüzünü adımlaması sona eriyor. Yaşadıklarını, tanık olduklarını, düşünce ve düşlerini gözden geçiriyor, sorguluyor Yabancı: “Mükemmel olana yolculuk aslında basit olana, samimi olana, yalın olana; hepsinden önemlisi hakiki olana yolculuk demekti; ne var ki o yolculuk asla tamamlanamazdı.” (s.99) sözleriyle Yabancı, sanatı ve sonsuz bir yolculuğun içinde oluşunu vurguluyor. Böylece, o unutulmaz “sanat sonsuz, hayat kısadır.” özdeyişini anımsatıyor bize.

Kitaplardaki büyülü dünyanın ve düşlerin izinde giderek yeryüzünde bir anlam yaratma çabamıza ve serüvenimize, Emel Kayın’ın çok boyutlu, çok katmanlı, özgün ve derinlikli öykü kitapları aracılığıyla daha nice zenginlikler ve güzellikler kazandırmasını diliyorum.

______________________

Emel Kayın, Yeryüzünde Bir Yabancı, öykü, Mask Yayınları, Nisan 2025.

edebiyathaber.net (26 Mayıs 2025)

Yazının Tamamını Oku