Sözün Ardı/Önü: 94 Çaltıözü Yazıları: 1 Elemler, Yalnızlıklar ve Kuş Sesleri | Feridun Andaç

5 gün önce 1

GÜN döndü. Seher yeli başladı. Dağın silüeti belirdi. Doğaya, bilcümle canlıya güven veren o görkemli, katmanlı grilik dönüşedurdu. Dağın her zerresinde renk alaşımı başladı.

Kuş seslerinin canlılığı adeta dağın rengine görelik gösteriyor burada. Çiko, Maya, Tarçın herkesten önce uyanmış. Bahçenin sadık dostları. Çaltıözü onlarla var sanırsınız!

Çiko benimle. Maya ile Tarçın yola çıkmışlar bile. Onların özgürlüklerine yerinmeye başlamıştım buraya geldiğimde. Şimdi uyum sağladığım mekânda kendimi onlar gibi hissediyorum.

Güne, adını koymadan, gün diyebiliyorum: Kuşluk vakti, seher, gündönümü, ikindi, akşamüstü…

İçimin rengi göğün rengine bürünüyor burada…

Kuş sesleri varlıklarını hissettiren canlıların kalp atışları gibi geliyor bana. Zamanın döngüselliğini çağrıştıran uğultu kanat çırpışlarıyla göğü kaplıyor adeta!

Karşı kıyıda, iki yaban dil kendi karanlıklarını gecenin karanlığına katmış fısıldaşıyorlar. Maya’ya o yüzden kızgınım. Gidip gidip yılışıyor. Başka bir ben’e dönüşüyor sanki orada…

Sevmediğim bir durum bu. Hele budalalık aptallık… Cehaletin göstergesi.

Uzağındayım onların gölgeli, ağulu, çataldilli zamanlarının. Yavanlıkla eş geliyor bana o uzak duruşlar.

Kardeşim sabahın uyanışıyla kümesteki tavukları, horozu beslemenin uğraşına veriyor kendini.

Gözüm renk renk açan zakkumlarda…Lavantaların morluğu gönlümün bahçesi oldu kaç gündür. Palmiyelerin gölgesinde renk alan gülleri kıskanmamak ne mümkün.

Kayısılar sevdiğim turuncu renklerini yeşil yapraklar arasından gösterip gösterip duruyor. Arka bahçedeki zeytinlik, toprağın korunaklı dostları adeta.

Kuyu suyunun serinliğiyle başlıyorum güne. Avuçluyorum o duru serinliği. Bir insan ömrünün saflığını çağrıştırıyor elimden kaçıp giden oynaşık serinlik…

Yüksünmek yok içimde. Birazdan patikamda yola çıkacağım renkten renge bürünen Akdağ’a doğru. Yerindiğim özgürlüğün tadını çıkaracağım.

Suyla su, taşla taş, böcekle böcek, gökyüzüyle gökyüzü olmak için geldim buraya.

Güllere dokundum ses verdi. Lavantanın rengine büründü gözlerim. Bir sığırcık kadar yeğni hissettim kendimi. Karga sesleri çocukluğuma döndürdü beni. Arıların vızıltısı kovanların yaşattığı oğul verme şenliğine taşıdı gönlümü.

Bakışlarım gülhatmilerde. İçimi soğutan kaktüsleri daha bir sever oldum. Nar ağacını gözledim dakikalarca. Yaşar Kemal’i hatırladım. Ona sorup sorup durduğum, bıkmadan anlatmasını istediğim; nar ağacının altında sevişirken kıpkırmızı kesilen, sarmaşıp duran yılanların öyküsünü.

Anlattım da bunu yaşamını bariyerlerin ötesine tutsak eden bir dostuma. “Kendini, ruhunu, bedenini özgürleştir,” dedim. Ürkmesin diye yılanların öyküsünü anlatmadım ona.

Çiko benimle.

Burada, şu masada mor renkli mürekkeple ne oyunlar oynadığımı seyrediyor.

Ona ‘’Bugünkü yol arkadaşımız  Alberto Manguel’’ diyorum. ‘’Hayali Bir Hayat’’tan notlar devşiriyorum diğer defterime.

Ama aklım Claire Marin’in ‘’Kopuş(lar)”ında. (*)

Dönüp gülhatmilere, lavantalara, güllere bakıyorum. Dokunuyorum gözlerimi alan renklerine, adeta parmak uçlarım alevleniyor.

Hatırlattıklarındayım… Hafızamın rengi , kokusu, dokusu olabileceklerini düşünmemiştim hiç.

Bu aşırı yakınlık, bazen koşulsuz bir şekilde iki tarafı da etkiler ve iz bırakır,’’ diyordu Claire Marin…

Şimdi karşı karşıyayım her biriyle. Susan ben, konuşan onlar.

Bir zamanlar, ‘’Susan Bir Yerin Dili’’diye bir kitap yazmıştım. Ada’da başlamış Ada’da bitirmiştim. Orada da bir yerin doğası, elemi, yalnızlığını anlatıyordum. Kopuşları, bağlanışları, kavuşmaları…

Yer ve hafıza…

İkisinin yaşattığı duygu, taşıdıkları… Yazının dili asıl orada kurulup gelişiyor.

“Koşulsuz aşırı sevgi,” ve de tutku gerekiyor yazmak ve yaşamak için.

Tarçın süklüm püklüm dönüyor, Çika benim ardımda, Maya bahçenin kuytu yerlerinde geziniyor. Ben dağa gidiyorum, dağ bana geliyor. Koşulsuz sevgiden yana bakışlarım. Kalemimi yontup defterime yeni sözcükler yazıyorum. Elemi, kederi unutup neşeye dönmek istiyorum. Kaybedilenlerin burukluğunu hatırlamak için belki de, dönüp Simone de Beauvoir’ın “Sessiz Bir Ölüm”ünü okumaya başlıyorum. Karşıma önceki okumamda altını çizdiğim şu satırlar çıkıyor ansızın:

“Ama hiçbir şey, hiçbir zaman, çocukluğumuzu silemez, unutturamaz. Annemin mutluluğu da, gölgesiz sürüp gitmedi…” (**)

Bir hesaplaşma, sorgulama sürer gider her yitenin ardından…

“Sonrası kalır,” diyebileceğimiz ne varsa dönüp ona bakıyoruz.

Belleğin kapıları aralanıyor bir ânda:

İnceden inceye bir sızı, ağulayıcı bir bakış…Güvercinlerin tünediği avluda bekleyen karagözlü bir çocuk…

Dağ bana yaklaşıyor, ben dağa. Aramızdan nehirler akıyor oysa, zirveye yaklaştığımı hissediyorum Çaltıözü sabahında…

(*) Kopuş(lar), Claire Marin; Çev.: Yağmur Ceylan Uslu, 2024, İnka Yay., 143 s.

      Hayali Bir Hayat: Sieglinde Geisel ile Söyleşi, Alberto Manguel; Çev.: Orhan Düz, YKY.,

      131 s.

(**) Sessiz Bir Ölüm, Simone de Beauvoir; Çev.: Bilge Karasu, 1966, Bilgi Yay., 106 s.

edebiyathaber.net (10 Haziran 2025)

Yazının Tamamını Oku